Fıkhî mezhepler arasındaki görüş ayrılıklarını “anlamak”, modern Müslüman için çetrefelli meselelerin başında geliyor. Öyle ya, birden fazla doğru olamayacağına ve dahi “aklın yolu bir” olduğuna göre herhangi bir fiil için mezheplerden birisinin “doğrudur/uygundur”, diğerinin “yanlıştır/uygun değildir” demesine ne demeli?
İslam dünyasının geçmişinde –istisnai durumlar haricinde– tektipçi “resmî yorum” tekelciliği olmamıştır. Bu yüzden de kaynağın tek ve resmî yorumu –ne gariptir ki– sadece Abbasîler döneminin malum 15 yılında –Mu’tezile’nin iktidarı nüfuzu altına aldığı dönemde– söz konusu olmuştur. Öyle ki, resmî Mu’tezilî akideyi benimsemeyenlere reva görülen ağır muameleler sınırlar dışına taşmış ve bir savaş sonrası Müslüman esirler fidye karşılığı geri alındığında Kur’an’ın mahluk olduğu görüşünü benimsemeyenler bu uygulamanın dışında tutulmuş, esir olarak geri gönderilmiştir.
Günümüzde bilhassa Batılı bir kısım mühtedilerle kendilerine “Selefî” diyen bazı kardeşlerimiz arasında görülen “mezhep karşıtlığı”nı ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. “Selefîler”de görülen mezhep karşıtlığı, “ihtilaf”ın meşru olmadığı, Kıyas, İstihsan vb. delillerin geçersizliği… gibi “içeriden” önüllere dayanırken, mühtedilerde görülen olumsuz tutumun kaynağını –bana öyle geliyor ki– biraz da Hristiyan kültüründen tevarüs ettikleri “resmî yorum”cu anlayışta aramak gerekir. Daha doğru bir ifadeyle bazı mühtedilerin İslam’ı benimsemesinde, kilisenin otoritesininin olumsuzlanmasının önemli bir rolü bulunduğu için İslam’a girdiklerinde mezhepler vakıasına bir anlamda bilinçaltı bir refleksle tepki gösteriyorlar. Hristiyanlıktan (kiliseden) bağımsız düşünme becerisi onlarda, İslam’a girdikten sonra “mezheplerden bağımsız düşünme” anlayışına evriliyor; yani içerik değişiyor, ama şekil aynı kalıyor.
Oysa mezheplerle kilise arasında bilgi kaynağını anlama ve yorumlama otoritesinin kime ait olduğu noktasında temel bir fark vardır. Kilise, (özellikle Katolik ve Ortodoks anlayışta) dinî metinleri anlamada ve yorumlamada kendisi dışında hiçbir otorite tanımamakta ve kendisinden bağımsız inisiyatif kullanma eğiliminde olanları “heretik” saymaktadır. İslam’da ise hiçbir mezhep otoritesi, dinî nassların anlaşılmasında ve yorumlanmasında tek yetkili merciin kendisi olduğunu söylememiştir. Tam tersine, her mezhep otoritesi, kendisi dışındaki içtihad faaliyetlerinin meşruiyeti konusunda alabildiğine açık bir davranış içindedir.
Eğer kendi içinde tutarlı ve meşru/makul temeller üzerine inşa edilmiş bir anlama ve yorumlama sistemi kendisini tartışmaya açmış, alabildiğine özgür bir ortamda, karşı metodolojik argümanlara tatminkâr cevaplar üretebilmişse, burada meşruiyetini ispat etmiş bir metodoloji ile karşı karşıya bulunduğumuzu kabul etmek durumundayız. Mezheplerin metodolojilerinin ayrıştığı noktalar, kabul etmek gerekir ki çoğunlukla ya (“âmm’ın hükmünün kat’i mi, zannî mi olduğu” gibi) kabul edilebilir yaklaşım farklılıklarından veya devr-i teselsül noktasına gelip dayanmış karşıt kazıyyelerden birinin tercihinden ibarettir.
Fıkhî mezhepler bağlamında durum böyleyken, itikadî mezhepler alanı biraz daha farklı bir durum arz etmektedir. Burada Ehl-i Sünnet’in duruşunun diğerlerinden ayrıldığı temel nokta, kendisi gibi inanmayanları “kısa yoldan” tekfir etme tavrını benimsememesidir. Bununla birlikte itikadî alanda belli bir hassasiyet gösterilmesi gerektiğinin de altını çizmeliyiz. Zira yapısı gereği “itikadî alan”ın, göreceliğe mümkün olduğunca kapalı olması gerekir. Neye nasıl inanılacağı meselesi kişisel yorum ve bakış açılarının sınırsızlığına bırakıldığında ortaya çıkacak belirsizliğe bırakınız “din”i, hiçbir kurumun tahammülü yoktur.
Haziran 2002 – Milli Gazete