NTV Tarih dergisi 17. (Haziran) sayısında “Nuh tufanı”nını konu edinmiş. Olayın işleniş tarzı klasik oryantalist yaklaşımın tipik bir yansıması niteliğinde. Hz. Nuh (a.s) ile kavmi arasında geçen “tebliğ-inkârda ısrar” geriliminin sonucunda varılan nokta “tufan”dır ve ondan ancak Hz. Nuh (a.s)’a inananlar kurtulmuştur.
Dergide bu olayın Sümerler’den, Gılgamış destanından hatta Batılı birtakım tufan efsanelerinden elde edilen bulgularla ortak noktalar taşıdığına dikkat çekilmiş ve olay, alışılagelmiş oryantalist tavır satır aralarına serpiştirilmek suretiyle verilmiş.
Nuh (a.s) tufanı olsun diğer Kur’an kıssaları olsun, bu tarz “küresel” olayların insanlığın ortak hafızasında yer etmiş olması son derece tabiidir. Bu ve benzeri hadiselerin “lokal” planda cereyan ettiği kabul edilse bile, yeryüzünün bir köşesinde cereyan etmiş olağanüstü bir hadisenin başka yerlere taşınmasında anlaşılamayacak bir husus yoktur. Hatta bu “taşınma” esnasında –hadisenin özü aynı kalmak üzere– detaylarda birtakım farklılaştırmalara, tabir yerindeyse “yerelleştirmelere”– maruz kalması normaldir.
Mü’min bilinci bu olayların Kur’an’a başka kaynaklardan geçtiği şeklindeki gayrimüslim telakkiye prim vermez. Bilhassa İslam dünyasında modernist eğilimlerin yaygınlaşmasıyla Muhammed Halefullah, Muhammed Esed gibi isimlerin çalışmalarında kendisini görünür kılan bu “yıkıcı” tavır üzerinde ciddiyetle durmak zorundayız. Halefullah’ın –belki de propagandası yeterince yapılmadığı için– ulaşamadığı şöhret Esed için fazlasıyla söz konusu olmuş, Kur’an Mesajı bu sayede hemen her eve girme şansını elde etmiştir.
Bundan 1 yüzyıl öncesine kadar İslam alimlerinin, hatta sıradan Müslümanların refleksif tavırlarıyla reddedilen oryantalist iddialarının, artık bizzat “müslümanım” diyen birtakım kimselerin Kur’an merkezli çalışmalarıyla dünyamıza girmiş ve “tartışmalı yaklaşım” olmaktan çıkıp, neredeyse “doğru İslamî algı” haline dönüştüğüne bilhassa dikkatinizi çekmek isterim!
Kur’an kıssalarının muhtelif kültür ve kaynaklarda yer alan kimi anlatımlarla ortak noktalar taşıyor olması, yukarıda da söylediğim gibi “vakıadan Kur’an’a uyarlanmış” anlatımlar olarak değil, “vakıanın Kur’an’da dile getirilen anlatımından uyarlanmış” anlatımlar olarak görülmesi en doğrusudur.
Şu yaklaşım anlamlıdır: “Bu söylenenler, Kur’an’da anlatılan kıssalara benzer anlatımların daha sonraki zaman dilimlerine tarihlenmesi durumunda doğru olabilir. Bu durumda Kur’an’da anlatılan olay “kaynak”, benzer anlatımlar “uyarlama” olabilir. Ancak benzer anlatımların daha önceye rastlaması hadisesi hakkında ne düşünmeliyiz?”
“Anlamlı” olması, kendi içinde tutarlı bir mantığa dayanmasında bu yaklaşımın. NTV Tarih dergisinin sözünü ettiğim sayısında da buna benzer yaklaşımlar görmek mümkün. Bu durumda, “benzer anlatımlar” olarak ifade ettiğim hususları zikreden belgelerin, ancak kendi anlatımlarıyla sınırlı olarak “kaynak” kabul edilmesi gerekir. Yani onlar Kur’an’da anlatılan kıssayla irtibatı olmayan müstakil olayların anlatımından ibarettir ve doğrulanmalarının da yanlışlanmalarının da Kur’an kıssaları açısından herhangi bir önemi yoktur. Böyle durumlarda, Kur’an’da geçen anlatımın onlarla irtibatını kurmaya çalışmak yerine, Kur’an’ın anlattığının, onlarla irtibatı bulunmayan bir hadiseyi konu edindiğini düşünmekte hiçbir sakınca yoktur.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Mü’min için bir “bilgi kaynağı” olan vahiy, vahye inanmayanlar tarafından elbette bilgi kaynağı olarak görülmeyecektir. Onlar, Kur’an’da yer alan kıssaların kaynaklarını başka yerlerde ararken vahyi inkâr tavrıyla hareket etmektedir.
Dolayısıyla vahiy hadisesine pozitif-seküler bir mantıkla yaklaşan çevrelerin Kur’an kıssalarının kaynağını başka yerlerde aramasını anlamak mümkündür. Mümkün olmayan, hem vahye inandığını söyleyen, hem de Kur’an’a kaynak arayan “müslüman”ların tavrının anlaşılmasıdır…
Milli Gazete – 26 Haziran 2010