İletişim bilimleri terminolojisinde “toplumsal iletişim” diye bir kavram bulunmadığını biliyorum. Burada bu nitelemeyi, bireyin toplumuyla ve toplum içindeki çeşitli grupların kendi aralarındaki “teması” anlamında kullandığımı belirteyim de iletişimcilerle sorun yaşamayalım…
Kasdettiğim iletişimi sağlayan en temel unsurun “ortak dil” olduğu genel kabulünü tekrarlayarak konuya giriş yapabiliriz. Buradaki “ortak dil”den muradımı da, “insanların anlaşma ve kaynaşmalarının önünde herhangi bir engel bulunmaması hali” olarak açıklamış olayım.
“Ortak dil”in açımlamasını yapan yukarıdaki ifadenin aslında “kültür”e tekabül ettiği malum. Farklı inanç sistemlerine mensup çevreleri (örneğin Batı toplumlarını) parantez içine alarak konuşursak, aynın inancın mensubu olan farklı toplumlara mensup bireylerin bile –”anlaşma”da olmasa bile– “kaynaşma”da problem yaşadıklarını hepimiz şu veya bu şekilde müşahede etmişizdir. Örf ve adetlerin farklılığı şöyle dursun, damak zevkinin bile “kaynaşma”nın önünde nasıl önemli bir engel teşkil ettiğini –kulakları çınlasın– şimdi Malezya’da doktora yapmakta olan Serdar kardeşim, Pakistan yıllarını anlatırken verdiği çarpıcı bir örnekle ortaya koymuştu. Pakistan’da üniversite tahsili yaptığı sırada en fazla sıkıntısını çektiği hususların başında “damak zevki”ndeki uyuşmazlıktan dolayı “karın doyuramama” olduğunu söylemiş ve “Karpuzu bile tuzlayarak yiyorlar” demişti.
Bizde de –şimdi nispeten azalmış olsa bile– bu konudaki en yaygın örnekler, şehir kültürü ile köy kültürünün temasa geçtiği noktalarda ortaya çıkıyor. Elbette bunun yaşadığımız modernleşme süreci ile doğrudan ilişkisi var ve bu süreç, birkaç gündür üzerinde durduğum “kültür” meselesinde yaşanan sıkıntıların yoğunluk merkezini teşkil ediyor.
Dinî hassasiyet sahibi kesimler söz konusu olduğunda “toplumsal iletişim” problemi katlanarak büyüdüğü içindir ki, kültür konusuna eğilmenin, “ihtiyaç”tan öte “zaruret” olduğunu söylememiz gerekiyor.
70’li yıllarda başlayan ve halen önemli bir sıkıntı olarak varlığını sürdüren bu husus, adına “İslamî bilinçlenme” denen bir sürecin yaşanmasıyla ortaya çıkıyor. Özellikle İslam’ı öğrenme veya onunla tanışma sürecini “sindire sindire” değil, “şok” dönüşümlerle yaşayan gençlerin, “eski” çevreleriyle, arkadaşlarıyla, hatta aileleriyle ne büyük sancılar yaşayarak “koptuğunu” hepimiz biliyoruz. “Geçmişi red” şeklinde ortaya çıkan bu “rijit” tutuma, İslam’ı tercüme eserler vasıtasıyla öğrenmek durumunda kalmış olan gençlerimizde daha sık rastlanması, altı çizilmesi gereken önemli bir durum.
Üstelik bu süreci yaşayan gençlerin çok büyük bir çoğunluğu, paradoksal biçimde kendilerini “İslamî tebliğ” gibi bir sorumluluğun muhatapları olarak kabul ediyor.
Milli Gazete – 24 Nisan 2003