Kavaid-i Fıkhiyye’yi bıçağa benzetirsek bu doğru bir benzetme olur mu? İtiraf edelim ki olmaz. Bıçağı şerde de kullansak, sonuçta işleyeceğimiz cürmün boyutu bir insanın canıyla sınırlıdır. Ama Kavaid-i Fıkhiyye’yi maksadı ve hedefi dışında kullanmak isteyenlerin işlediği cürüm, pek çok insanın, hatta belki nesillerin günahına girmekten kaynaklanan bir cürümdür. Bu sebeple Mecelle’nin bıçağı benzetilmesi uygun değildir.
Mesela “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz” (Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği inkâr edilemez) kaidesi (Mecelle, madde 39) böyledir. Bu madde, zamanın değiştiği gerekçesiyle Kur’an ve Sünnet’le sabit muhkem hükümlerin de değişmesi gerektiği, yani “Dinde Reform” yapılması gerektiği şeklindeki yaklaşımlara dayanak olarak sık sık ileri sürülmüştür, sürülmektedir.
Bir diğer örnek de “Zaruretler yasakları mübah kılar” (Mecelle, madde 21) kaidesidir. Yaşadığı ortama İslam’ın diriltici soluğunu taşımak için çaba sarf etmektense, yaşadığı gibi inanmayı tercih eden bir takım “kolaycı”lar, başları her sıkıştıkça bu kaideyi öne sürerek şöyle derler: Şu anda bir zaruret durumu yaşıyoruz. Zaruretler de yasakları mübah kıldığına göre, bu ortamda altın yüzük takmak da, faiz alıp vermek de, (kadınlar için) başörtüsünü açmak da mübahtır.
19 Şubat tarihli yazıda adını zikrettiğimiz et-Tûfî’nin yapmaya çalıştığı şey de bu meyanda mutlaka hatırlanmalıdır…
Oysa ulema, Kavaid-i Fıkhiyye’den fer’î meselelere mutlak anlamda çözüm aramanın yanlış bir davranış olduğu konusunda uyarılarda bulunmuştur. Kavaid sahasında kaleme alınan eserlerde, hangi meselelerin hangi kaide esas alınarak çözüme kavuşturulacağı konusunda örnekler zikredilmiştir. Birden fazla kaideyi ilgilendiren bir meselenin, bu kaidelerin hangisi esas alınarak çözülmesi gerektiği, ulema tarafından zikredilenler dışında kalan meselelerin hangi kaidenin hükmü altına sokulmasının daha doğru olacağı… gibi hususlar, ancak uzun yıllar gerektiren ihtisas çalışmaları sonucunda belirlenebilir. Öte yandan, hemen her kaidenin istisnaları bulunmaktadır ve bunlar da ilgili kaynaklarda sadece örnek kabilinden zikredilmiştir. Dolayısıyla bu alanda çala kalem hüküm vermek son derece tehlikeli ve yanlıştır.
Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi merhum şunları söyler:
“Bir muteber kitapta, herhangi bir özel meselenin bu kaidelerden birinin hükmü altına girdiği konusunda özel bir açıklamaya rastlanmadıkça, (o meselenin çözümünde) mezkûr Kavaid-i Fıkhiyye’ye tatbik suretiyle amel edilemez, hüküm verilemez. Nitekim Mecelle’nin mazbatasında şöyle kaydedilmiştir: “(…) Dinî mahkemelerin hakimleri, (önlerine gelen meselenin, bu Kavaid’e istinaden çözülebileceği konusunda kaynaklarda) açık bir nakle rastlamadıkça, yalnız bunlarla (Kavaid ile) hüküm veremez.”[1]Ali Haydar Efendi, Düreru’l-Hükkâm, 23.
Devam eden ifadelerinde Ali Haydar Efendi, Kavaid-i Fıkhiyye ile ilgili kaynaklarda her kaidenin hükmüne giren fer’i meselelerin mümkün mertebe zikredildiğini, bunlar dışında kalan meselelerde Kavaid ile değil, Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas ve sair delillerden hareketle sonuca gidilmesi gerektiğini açıklar.
Kavaid-i Fıkhiyye konusundaki temel eserlerden birinin müellifi olan ünlü Hanefî fakihi İbn Nüceym de el-Fevâidu’z-Zeyniyye isimli eserinde, müftülerin, bu kaidelerin muktezasıyla fetva vermesinin caiz olmadığını söylemiştir.[2]el-Hamevî, Ğamzu Uyûni’l-Basâir, 1/37.
Bu sebeple fer’î bir meselede çözüm aranırken, Kavaid-i Külliye’ye baş vurulması ve oradan hüküm çıkarılması doğru olmayıp, o meseleyle ilgili Edille-i Erbaa’ya ve tali delillere dayanılması gerekir. Öteden beri Fukaha, fetva ve kaza (yargı)’da Kavaid-i Külliye’yi “hüküm kaynağı” olarak değil, zikrettiğimiz delillere dayanılarak verilen hükmün şahit ve desteği olarak görmüşlerdir.[3]DİA, XXIV, 208.
Milli Gazete – 26 Şubat 2007