Salı günkü yazımda, Marife dergisinin 1. sayısında yer alan bir makale üzerinde dururken “Çağdaş (daha Türkçesi “Batılı”) değer yargılarının etkisi altında ezilen ve İslam’ı, “özür dileyici” bir tavırla “savunduğunu zanneden” bu yaklaşım, bir ayet ya da hadise yöneltilen Batılı ya da Batı patentli bir eleştirinin aslında İslam’a yöneldiğini bir türlü fark edemiyor. “Bu eleştiri bu ayeti böyle anlayanları, ya da bu hadisi eserinde zikredenleri hedefler, İslam’ı değil” demekle, aslında içi boşaltılmış bir İslam’ı savunduğunu sanıyor ve tabii ki yanılıyor” demiştim.
Bu satırlar, “İslam Ceza Hukukunda Kadınların Şahitliği” başlıklı makalesinde Dr. Yaşar Yiğit’in ortaya koyduğu yaklaşımda tebellür eden kompleksi hedefliyordu.
Yiğit, ertesi gün e-mail adresime gönderdiği mesajda şöyle demiş: “… Makalemizde savunduğumuz görüşlerin temeli İbn Hazm, Ata b. Ebi Rebah ve Hammad b. (Ebî) Süleyman gibi alimlere dayanmaktadır. Bu alimleri de mi Çağdaş değer yargılarının etkisi altında ezilmiş kimseler olarak göstereceğiz. Katkı sağlayacak tenkitlerinizi bekliyor selamlarımı iletiyorum.”
Öncelikle Yiğit’e bu açık yürekliliği ve eleştiriye açık tavrı için teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü eleştiriyi “katkı” olarak görme olgunluğuna pek sık rastladığımız ne yazık ki söylenemez.
Konuya gelecek olursak, Yiğit’in burada adını zikrettiği alimlerin konu hakkında söyledikleriyle, bahse konu makalesine temel karakterini veren yaklaşım arasında bariz bir farklılık var. Neresinden bakarsak bakalım, bu alimler, kadınların –spesifik durumlar dışındaki– şahitliklerinin kabul edilebilmesi için nicelik olarak erkeklerin iki katına ulaşmasını şart koşmaktadır. İki erkeğin şahitliği yerine bir erkek-iki kadının veya dört erkeğin şahitliği yerine sekiz kadının şahitliğinin muteber kabul edilmesi gibi…
Açıktır ki bu durum, Yiğit’in yaklaşımına temel teşkil etmekten uzaktır. Bu alimlerin söylediklerini “müfta bih” olarak kabul etsek bile “problem” yine bütün ağırlığıyla ortada durmaya devam edecektir. Zira itirazın mihverini teşkil eden nokta esas itibariyle kadınların şahitliğinin bazı konularda kabul edilmeyişi değil, bir erkeğin şahitliğine ancak iki kadının şahitliğinin denk sayılmasıdır. Nitekim Yiğit’in, “Örneğin iki kadının şahitliğinin bir erkeğin tanıklığına denk tutulmasının nedeni açıklanırken, onların akıllarının ve dinlerinin noksanlığı gündeme getirilmektedir. Bu akıl ve din noksanlığı onların şahitliğinde iki kadının bir erkeğe denk tutulmaları sonucunu doğurmuştur. (Daha güzel bir cümle kurulabilirdi.) Hakikaten bazı kadınların akli melekeleri erkekler kadar gelişmemiş olabilir. Ama aynı şeyi bazı erkekler için söylemek de mümkündür…” (s. 91) şeklindeki yaklaşımının varacağı başka bir mantıkî nokta yoktur.
Bu sözlerin devamında Yiğit’in, kadınların akıl ve din bakımından noksan olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (s.a.v)’in “latife” yapmış olabileceğini düşünmemizi istemesi ve bu tür rivayetlerin “süzgeçten geçirilmesi”ni teklif etmesi de gösteriyor ki, mesele kadının şahitliğinin “bütün alanlarda” kabul edilmesiyle bitmemekte ve eninde sonunda gelip “neden iki kadın bir erkeğe denk tutuluyor?” sorusuna dayanmaktadır. Yiğit’in, ulemaya itiraz sadedinde, günümüz koşullarının değişmiş olması, kadının hayatın hemen her alanında görev almaya başlamış bulunması… gibi gerekçeler ileri sürerken, tutarsızlığa düşmemek için tek kadının şahitliğini tek erkeğin şahitliğine denk görmekten başka bir seçeneği yoktur. Zira bunu söylemeyip de, (sayıca erkeklerin iki katını teşkil etmeleri şartını kabullenmekle birlikte) sadece kadının şahitliğinin “bütün alanlarda” muteber kabul edilmesini savunma noktasında durmakla, örnek olarak zikrettiği “üniversite hocası bayan”ın hışmından kurtulacağını sanmamalıdır.
Bk. İ’la, 15/172 vd.
Mart 2002 – Milli Gazete