İslamî Yapılanmalar-4

Ebubekir Sifil2006, Ekim 2006, Gazete Yazıları

Ulemanın genellikle “taklid” konusu çerçevesinde işlediği bir hususu ele alarak bu seriyi bitirelim: Herhangi bir İslamî yapılanmanın mensubu/bağlısı durumundaki bireylerin o yapılanmanın esasları, metodu ve gidişatı konusundaki sorumlulukları nereye kadardır?

Bir yönüyle Dinî, bir yönüyle de Sosyolojik bir meseledir bu.

Dinî yönünü şöyle ifade edebiliriz: İnsanımız, kendisi için biricik bilgilenme kaynağı olan ve İslamî kişiliğinin oluşumunda inşa edici bir fonksiyon icra etmiş bulunan bu yapılanmaları süreç içinde “en doğru Müslümanlığın yaşandığı yer” olarak görüyor, öyle kabul ve takdim ediyor. Dolayısıyla bu yapılanmanın herhangi bir tesbiti, icraatı, metodu ve tarzı –doğrudan Dinî karakterli olmasa bile– mensuplarına “en doğru Müslümanlığın vazgeçilmezi” olarak yansıyor.

Sosyolojik yönünde ise, bildiğimiz “aidiyet/mensubiyet” meselesi var. Birey, eksiklerini tamamladığı, bilgilenme anlamında ya da daha farklı şekillerde yardım ve destek gördüğü yapılanmayla bir süre sonra özdeşleşiyor. O yapılanmanın doğruları ve yanlışları, kırmızı kuvvetleri ve mavi kuvvetleri, birey tarafından benimseniyor, içselleştiriliyor ve birey, o yapılanmayla ilgili “her şeyi” sahiplenmeyi, korumayı ve müdafaa etmeyi bir “zorunluluk” olarak görüyor.

Hemen belirtelim ki bu iki yönü birbirinden kesin hatlarla ayırmak tam anlamıyla mümkün değildir. Zira burada söz konusu olan, herhangi bir “dernek üyeliği” değil…

Ulema, “taklid” meselesini işlerken “mukallid”in, taklid ettiği mezhebin mutlak doğru ve diğerlerinin mutlak yanlış/hatalı olduğunu düşünmesinin doğru olmadığını beyan etmiştir. Özellikle Ehl-i Tasavvuf’un amelde ihtiyat, azimet ve takva cihatini esas alan tutumu dikkate alındığında farklı mezheplere bakışı sağlıklı bir zemine oturtmak daha da kolaylaşır.

Bu cümleden olarak söz gelimi bir mukallid, bağlı bulunduğu mezhebin bir içtihadını, diğer bir mezhebin takvaya veya azimete uygun olan içtihadı sebebiyle terk etse kendisine herhangi bir şey gerekmez. Mesela bir Hanefî, abdest alırken başının dörtte birini değil de, Malikî veya Hanbelî mezhebini takliden tamamını meshetse, yahut Şafiî mezhebini takliden (abdestin sünneti olarak) başını üç kere meshetse kendisine bir şey gerekmez. Hatta daha fazla sevap alır. Bu demektir ki, amelî meselelerde –azimetle amel maksadıyla ve “teflik”e gitmemek şartıyla– farklı mezheplerin içtihadlarını esas almak, kınamak şöyle dursun, teşvik edilmesi gereken bir husustur.

Amelî meselelerdeki bu gerçeği cemaat mensubiyetlerimize niçin taşıyamıyoruz? sorusunun birinci derecede muhatabının cemaatlere mensup bireyler olduğunu söylemek yanlış olmaz. İslam kardeşliği ve Ehl-i Sünnet zemini fertleri böyle bir muhakemeye itmelidir. Evet, mensubiyetlerimizi muhafaza edelim; ama bizim dışımızda da İslamî hassasiyet sahibi insanlar/cemaatler bulunduğunu görmezden gelmeyelim.

Hele bağlısı bulunduğumuz yapılanmada Ehl-i Sünnet dışı eğilim, fikir ve hareketler görülüyorsa, burada uygun tavırla ihkak-ı hak’ta bulunmak yerine suskun kalmak ve “yukarıdakiler daha iyi bilir” demek kesinlikle onaylanabilir bir davranış değildir.

Milli Gazete – 22 Ekim 2006