Bu bir “bayram yazısı” olacaktı. Ama şu meseleyi biraz daha ertelersem “etimde şirpençe çıkacak.”
Kafamızın içi öylesine kompartımanlara bölünmüş durumda ki, çoğu zaman günlerimizi, Din’in hayatımızın neresinde ne kadar bulunması gerektiğini tartışmakla geçiriyoruz. Kelamın hasılı şu: Sistem, Din’in, ihtiyaç duyduğundan fazlasını istemiyor…
Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Dr. Saim Yeprem hocanın “İslam’da dinî nikâh yoktur” tarzındaki açıklaması “Diyanet’in resmî görüşü” olarak basına yansıdı. Burada bahse konu etmek istediğim husus bu görüşün Diyanet’in “resmî görüşü” olup olmadığı değil, bizzat kendisi.
Hocanın açıklaması, “dinî nikâh” kavramının ve anlayışının Hristiyanlık’ta bulunduğu ve birtakım ritüeller eşliğinde yapıldığı için böyle nitelendirildiği temeline dayanıyor ki, doğrudur; ancak eksiktir. Zira Hristiyanlık’taki “dinî nikâh”tan bahsederken, aslında bize ait olmayan dünyadaki bir ayrımdan bahsetmiş oluyoruz. O dünyada yaşayan bir hristiyan, inancı doğrultusunda nikâh kıydırmak istediği zaman Kilise, Papaz vb. unsurlar devreye giriyor ve böylece yapılan iş “dinî” bir mahiyete büründürülmüş oluyor. Nerede? Hayatın “dinî” ve “din dışı” olarak ikiye ayrıldığı dünyada. O dünyada sadece nikâhın değil, bütün bir hayatın iki yüzü vardır; dileyen dinî yüzünü, dileyen din dışı (seküler) yüzünü yaşar, tercih eder. Buna ne Hristiyanlık ne de Sezar itiraz eder.
İslam’da durum nedir diye baktığımızda, İslam’ın hayatın bütününü kucaklayan yapısıyla karşılaşıyoruz. Bu temel tesbit sadece “görünür alan”ın düzenlenmesiyle ilgili değildir. Aksine, kalpleri ve kalbin amelleri olan “itikad”ı ve “niyet”i de içine alan fıtrî/ontolojik bir inşa ve tanzimden bahsediyoruz ki, “hakikat”in bizatihi kendisi olduğundan, alternatifi ve ikamesi yoktur.
Elbette nikâh da bu çerçevede değerlendirilmek durumundadır. “Dinî nikâh-resmî nikâh tartışması yapılırken nikâhın “akit/icap-kabul” yönünü öne çıkartıp “ibadet” yönünü görmezden gelmek İslam’ın onayladığı bir durum mudur” diye sormayacağım. Keza “nikâhın –şartları, rükünleri, hükümleri, sonuçları, boşanma ahkâmı… vb. diğer– müteallakatını göz önünde tutan birisinin “Medeni Kanun’un hükümlerine göre kıyılan resmi nikâh geçerlidir” diyerek meseleyi kestirip atması mümkün müdür” diye de sormayacağım. Zira “ibadet”i “yasal prosedür”e indirgeyen bir anlayışla karşı karşıyayız ve öncelikle meselenin bu yönünün söz konusu edilmesi gerekiyor. Dolayısıyla yazının başlığını oluşturan cümlede bir yanlışlık bulunduğunu düşünenler yanıldılar…
“Namaz kılınan her yere mescit, cami denir ve (buralar) başka amaçlarla da kullanılabilir.” Bu da doğru bir cümle. Ama ardından gelen hüküm cümlesiyle birleştiğinde işin rengi birden değişiyor: “Buraların, kilise gibi kutsiyeti yoktur.”
Bırakalım İslam’ı, Hoca bize herhangi bir din gösterebilir mi ki, ibadethanelerini “kutsal” saymıyor olsun?! “Kutsallık” kavramının içini boşaltan bu yaklaşım, daha temelde Müslüman’ın mekân/zaman kavrayışını, dolayısıyla varlık anlayışını berhava ediyor. Bu anlayışa göre “çevresi mübarek kılınmış” olsa da, Mescid-i Aksa’nın kendisinde herhangi bir kutsallık aramamalıyız! Zarf kutsal, ama mazruf değil!!
Hz. Musa (a.s)’a, “Nalinlerini çıkar; zira sen (şu anda) mukaddes vadidesin, Tuva’dasın” (20/Tâ-Hâ, 12) buyurarak kutsallığın sınırlarının nerelere uzanabildiğine dikkatimizi çeken, aynı zamanda zamanı ve mekânı (en azından belli zaman ve mekânları) da evleviyetle kutsal kılandır.
Hayatı kutsaldan arındırıyor yahut kutsallık anlayışını Hristiyanlığa özgülüyor görüntüsü veren Hoca bize, nikâh akdinin taraflara sevap kazandırdığı gerçeğinin izahını yapabilir mi acaba?!
“Bayramınız mübarek olsun” diyeceğim ama, acaba hoca “Bayramlar da mübarek/kutsal değildir” der mi diye aklıma gelmiyor değil! Ama ben yine de söyleyeceğim: Bayramınız mübarek olsun.
Milli Gazete – 23 Ekim 2006