Osmanlı‘nın 8. cildinde (196-205) yer alan ve Osmanlı’nın, sanayi döneminin ortaya çıkardığı yeni sorunlara cevaplar üretemediği için çöktüğünü savunan yazı üzerindeki değerlendirmelere devam edeceğim.
Çöküş döneminin global çapta cereyan eden çok yönlü gelişmelerini göz ardı ederek Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişini bir tek sebebe irca etmenin, fazlaca “kestirme” bir istintaç olacağında kuşku yok. 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte dünyayı saran, ekonomide liberal, düşüncede pozitivist, ideolojide milliyetçi akımlar Osmanlı’yı içeriden ve dışarıdan bir ağ gibi kuşatmışken, “içtihat yapılsaydı Osmanlı kurtulurdu” demenin inandırıcı bir yanı olmasa gerek. Yine de kendimizi zorlayarak Osmanlı’nın çöküş sebeplerini tek bir başlık altında toplamayı denersek, “medeniyeti kuran ve yaşatan paradigmanın yenilenememesi” diyebiliriz.
Sadedinde bulunduğumuz yazıdan bir tesbit daha: “Özellikle kuruluş döneminde İslam hukuk sistemi egemen iken daha sonraları içtihat yapılmaması nedeniyle kanun sistemine geçilmiş ve İslam hukuk sistemi kademe kademe terk edilmiştir. Bu terk Fatih ve özellikle Kanuni Süleyman dönemlerinde tamamen belirginleşmiştir. Padişah Süleyman’a verilen “kanuni” sıfatı bu terkin açık bir ifadesi olarak kabul edilebilir.”
Burada –yer darlığı sebebiyle zikretmediğim bir önceki paragraftan da anlaşıldığı üzere– bir kısım padişahların çıkardığı “kanunnameler”e gönderme yapıldığını görüyoruz. Oysa gerek kanunnameler hakkındaki bu yargı, gerekse bir bütün olarak Osmanlı’nın uyguladığı hukuk sistemi hakkındaki bu tesbit de, –Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun “Osmanlı Hukukunun Şer’iliği Üzerine” başlıklı makalesi hariç tutulacak olursa– Osmanlı hukukunun İslamîliği üzerine Osmanlı‘nın 6. cildinde yer alan hemen tüm makaleler ve özellikle Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Osmanlı Kanunnamelerinin Şer’î Sınırları”, Prof. Dr. Ali Şafak’ın “Osmanlı Devletinde Dinin Yargı Üzerinde Etkisi”, Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın “Osmanlı’da Yargının İşleyişi” başlıklı makalelerine göre hayli tartışmalıdır.
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun, yukarıda iki tire arasına alarak istisna ettiğim makalesi de üzerinde ayrıca durulmayı hak edecek bir yaklaşıma sahip. Onun, “Böyle olunca Kur’an’ı (…) hukukî ve ekonomik ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için elzem olan insanî ve ahlakî zemini kurmayı hedefleyen ana çizgi ve rehber olarak tanıtmak daha doğru olur. Hz. Peygamber’in sünneti de (…)Kur’an’ın örneklendirmesi ve ilk dönem müslüman toplumun şartları içinde açılımı olarak, hem sahabe için hem de kıyamete kadar bütün inananlar için dinin anlaşılmasında önemli bir işleve sahiptir. Bu iki kaynakta yer alan ve temelde ahlakî olan hukukî düzenlemeler muhataplarına sağlam bir başlangıç ve rota çizmekte, gerisini müslüman toplumun ortak sağduyu ve bilincinin evrimine bırakmaktadır. (…) Adalet, doğruluk, iyilik gibi ahlakî içerikli genel atıflar ve yönlendirmeler hesaba katılmazsa din, hukukî düzenleme açısından özel hayatın önemli, kamu hayatının geniş bir kısmını birey ve toplumların inisiyatifine bırakmış olduğu için birçok konuda dine uygunluk ya da aykırılık tartışması yerine rasyonellik, sosyal gerçeklik veya finalist doğruluk açılarından yapılacak değerlendirmeler daha anlamlı olmaktadır…” şeklinde devam edip giden yazısı da “aykırı” bir bakış açısını yansıtmasıyla dikkat çekiyor. Bu manzara da Osmanlı‘daki önemli çelişkiler zımnında bir kenara not edilmelidir.
9 Temmuz 2002 – Milli Gazete