Türk filmlerindeki “imam” tiplemesini bilirsiniz. Eciş-bücüş, şehvet düşkünü, biraz şizofren, dünyaperest, kesinlikle güvenilmez… İdeolojik “dürtü”lerle ısrarlı bir şekilde sürdürülen imajinatif beyin yıkama faaliyetinin beş para etmez malzemelerinden biridir o. İslam coğrafyasından başka herhangi bir kültür havzasında (komünist ve faşist uygulamalar hariç) öz kimlik kodlarıyla bu derece hoyratça “oynandığını” göremezsiniz. Filmlerdeki bu tiplemenin, topluma, dine ve din adamına nasıl bakması gerektiğini dikte etme çabasının ürünü olduğunu kim inkâr edebilir?..
İşin “görünen” yanını teşkil etmesi sebebiyle madalyonun bu yanı, dinî hassasiyet sahibi insanların tepkisini kolayca çekiveriyor. Bir de “görünmeyen” alanda cereyan eden bir olay var: İsimler üzerinden yürütülen imajinatif propaganda.
Hatırlarsınız, Metin Akpınar’ın başrolünü oynadığı bir film vardı. Birisi bir üniversite hocası, diğeri ünlü bir şarkıcı olmak üzere iki tipi canlandırıyordu Akpınar. Üniversite hocasının adını belki de hiçbirimiz hatırlamıyor. Ama şarkıcının adı unutulacak gibi değil: “Abuzer Kadayıf.” Filme adını verecek kadar güçlü bir imajinatif keşif…
Zevksiz, görgüsüz, kaba-saba, kıllı göğsünün yarısına kadar düğmeleri çözük alllı pullu bir gömlek, boynunda ve bileğinde kalınca altın zincir ve künye… Bu tipe başka hangi isim yakışırdı ki!..
Oysa büyük sahabî Ebû Zerr el-Ğıfârî (r.a)’den beri “bizim” olan bu isim diğergâmlığın, kanaatin, zühdün ve erdemin sembolü idi…
Mafya filmlerinde canlandırılan tiplerin isimlerine bakın bir de: Davut, Beşir, Abbas, Gafur, Sarı İdris, Kara Hamit, bilmem nereli Rıza, Arnavut Remzi…
Yedibela Hüsnü, Arap Celal, Kıl Hamdi, Küçük Hüsamettin, İnek Şaban, Güdük Necmi… isimlerinin zihninizde hangi tipleri canlandırdığını da yoklayın.
Abdülcabbar, Abdullah (Abdo), Murtaza, Cafer… isimleri söylendiğinde hafızalarda ne tür çağrışımlar yapıyor? Milliyet’in Abdülcanbaz’ını ve Hasbi Tenbel Er’i de unutmayın…
Artık Abdülkerim yerine Kerim, Abdülbaki yerine Baki, Abdürrahim yerine Rahim, Abdülmetin yerine Metin, Abdülaziz yerine Aziz ile yetiniyoruz. Esma-i Hüsna’nın yüce sahibinin (c.c) “kulu” olduğumuzu saklama ihtiyacı hissediyoruz sanki…
Yukarıda örnek olarak sıraladığım –ve şüphesiz daha da çoğaltılabilecek– isimlerin çağrışım alanı ile Berk, Tuğrul, Kaya, İmren, İlayda, Yıldız, Tarkan, Sarp, Seren, Serpil… gibi isimlerinkini karşılaştırın. Neden ilk gruptakiler kabalığın, kültürsüzlüğün, sonradan görmüşlüğün, magandalığın simgesi haline gelmişken diğerleri bizde böyle çağrışımlar yapmaz?
Burada hırpalanan, yıpranan ve örselenen sadece bu isimler değil, onların ait olduğu dünya ve onların bütünleştiği değer yargılarıdır hiç şüphesiz…
Çocuklarına bir İslam büyüğünün adını koymakla ona çekmesini arzu edenler, bunda bir “teberrük” bulanlar nereye gitti? O güzel isimlerle birlikte, güzelliğini biraz da o isimleri taşımalarından alan (ismiyle müsemma) o güzel insanlar azaldıkça, büyüyen yalnızlığımız ve yabancılığımız oluyor.
Haziran 2002 – Milli Gazete