Yeni Ümit dergisi, son sayısında terör eylemleri, intihar saldırıları ve şehitlik gibi konuları gündeme taşıyor. İslam‘da “cihad” kavramı, bir hareketin (fiilî savaş anlamında) “cihad” sayılabilmesi için hangi özelliklere sahip olması gerektiği, adına “intihar eylemi” denen yöntemin kullanılmasının meşru olup olmadığı, bu yöntemi kullanarak öldüren ve kendisi de ölen kimsenin bu fiilinin meşru olup olmadığı ve bu şekilde ölenin “şehit” sayılıp sayılmayacağı… gibi konuların ele alındığı yazılarda ortak bir tarz dikkat çekiyor: Okuduğunuzda “acaba kast edilen kimler?” diye soruyorsunuz. Madrit‘deki eylemi yapanlar mı, Filistin‘deki “ihtihar komandoları” mı, Irak‘taki direnişçiler mi?…
Söz gelimi yazılardan birinde, “cihad” kavramının geniş anlam yelpazesi aktarıldıktan sonra şöyle deniyor: “Cihadın savaş boyutunun diğer önemli bir kuralı da, Müslümanlarca kabul edilmiş merkezi bir plânlama dahilinde hareket edilmesidir. Birtakım kişi ve grupların merkezi bir otoriteden emir almaksızın başına buyruk hareket etmeleri, eylemlerinden dolayı kimseye hesap vermemeleri sadece bir kaos oluşturur. Merkezi bir otoritenin mevcut olmaması, bağımsız ve sorumsuz davranmayı haklı kılmaz. Zira cihad adına kaosa izin verilemez. Bu gibi durumlarda hareketin yozlaşması, hedeften uzaklaşması, faydadan çok zarar vermesi tabiîdir.”
Şu anda Irak‘ta küresel işgalci zorbalara karşı bir “kurtuluş savaşı” veriliyor. Orada direniş gösteren grupların, sürecin tabii bir neticesi olarak bir anda merkezî bir yapı teşkil edemeyecekleri açık. Öyleyse hal-i hazır hareketler gayri meşru mudur?
Elbette kaos ve karmaşa arzu edilir bir durum değildir ve hatta meşru müdafaayı dahi olumsuz etkiler. Ama “merkezî planlama gerçekleşene kadar mütecaviz düşmanın işkence ve insanlık dışı muameleleri herhangi bir karşılık görmeyecek midir?
Dergideki yazılardan uzun uzun alıntı yapmayı gerekli görmediğim için burada, yazıların genel bir eksikliği olarak şu nokta üzerinde durmayı tercih edeceğim:
İslam dünyası, yeni bir Haçlı Seferi ile karşı karşıya bulunuyor. Bunu kendileri de açık-seçik bir şekilde ifade etmekte bir sakınca görmüyorlar. İntihar eylemleri (doğrusu “şehadet eylemi“) ile “terör“ü aynı bağlam içine dahil ederek en azından birbirlerini çağrıştırmalarına zemin hazırlanmadan önce, mevcut işgal ve tecavüzlerin, ve dahi İslam dünyasına nizamat vermek üzere “geliyorum” diyen Büyük Ortadoğu Projesi‘nin ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekmez mi?
Meseleyi küresel zorbaların arzu ettiği tarzda gündeme getirmek ve tartışmak belki “ılımlı İslam” konsepti arayışları için için güzel bir adres teşkil ediyor; ancak söylenenlerin İslam kaynaklarıyla refere edilmesi ayrı bir problemin varlığını gündeme getiriyor: Kaynakların “doğru” okunması…
Yazıların ortak özelliği, “tarih yapma” misyonunu kaybetmiş, “tarihe maruz kalma“yı içine sindirmiş bir havayı yansıtmaları. “Acaba” diyorsunuz, “şehzade oğluna Bursa‘yı, İstanbul’u amentü belletir gibi belleten Osmanlı sultanları böyle düşünseydi şimdi nerede olurduk?” Başta “izzet” olmak üzere kendisini kendisi yapan şeylerin büyük çoğunluğunu kaybetmiş bir neslin ortak psikolojisi.. Sürekli geri çekilen, özür dileyen, mahcup ve mahkûm…
Öte yandan şu noktanın altının da çizilmesi gerekiyor: “Terör” kavramını, muhtevasını tayin etmeden uluorta kullanmak, ancak küresel zorbaların ekmeğine yağa sürmek anlamına gelir. Niçin İsrail‘in mazlum Filistin halkına reva gördüğü muamele değil de, başka çaresi kalmadığı için şehadet eylemi düzenleyenlerin eylem tarzı “terör” çağrışımlı bir üslup içinde tartışma konusu ediliyor?
Irak‘ta olsun, Filistin, Çeçenistan veya benzeri başka bir yerde olsun, neden mütecavizlerin değil de savunma durumunda bulunanların hareket tarzını –hem de yanlış biçimde– tartışıyoruz?
Gazeteler, başına çuval geçirilmiş Irak‘lı esirlerin maruz bırakıldığı ahlak ve insanlık dışı muameleleri resmederken hala özür dileyen tarafın Müslümanlar olması neyle izah edilebilir?..
Milli Gazete – 4 Mayıs 2004