İnsan, Özgürlük ve Mükellefiyet

Ebubekir Sifil2003, Gazete Yazıları, Mayıs 2003

Modernitenin meydan okumaları karşısında Müslümanlar’ın “İslam mani-i terakki değildir” türünden, çaresizlik içinde ve alelacele kotarılmış savunmacı söylemlerinden biri olarak dikkat çeken “Gerçek özgürlük Allah’a kulluktadır” önermesi, sizi bilmem ama bana oldum olası saçma gelmiştir. Bu cümleyi telaffuz edenler, ya ne söylediğini bilmeyen veya “özgürlük” ve “kulluk” kavramlarının içini boşaltmak suretiyle kaş yapayım derken göz çıkaran kimse olarak nitelendirilmeyi hak etmişlerdir. Zira bu iki kavram, barışması asla mümkün olmayan iki temel tercihi kristalize ediyor. Kur’an’ın tabiriyle insan, hakikat karşısında ya kulluğu/mükellefiyeti tercihle “şekûr” veya özgürlüğü/isyanı tercihle “kefûr” olarak pozisyon alır…

Öncelikle bahsimizin mevzuunu, “kölelik”, “esaret” gibi herhangi türden bir “baskı altında olma hali”nin zıddı olan “hürriyet”in değil, “özel hayat” tanımına anlam veren “özgürlük”ün teşkil ettiğini belirtelim. İşbu özgürlüğü yaygın tanımına uygun olarak “başkasının özgürlük alanına tecavüz etmeden dilediği gibi yaşamak” şeklinde anlamak yanlış değilse eğer, kişioğlunun kendi sınırları içinde kalmak kaydıyla “sınır tanımaksızın” yaşayabileceği sonucunu çıkarmak da yanlış olmaz. Kendi özgürlüğünün temin ve bekası için “öteki”nin özgürlüğüne müdahaleyi mübah, hatta zorunlu görmesini bir an için parantez içine alarak konuşursak, “özgürlük” kavramını ontolojik olarak hayatın temeline yerleştiren Batılı için, ona “tapınma”nın, hayatın anlamıyla köklü bir irtibatı vardır. “Sosyal Mukavele”ye gelene kadar birbirinin gırtlağını sıkmayı “özgürlük” sayan Batılı, “özgürlük”ün anlamını bu ikinci aşamada “hayatına hiçbir gücün müdahale etmesine izin vermeme”ye tahvil etmiştir. Yani artık başkasının gırtlağına çökmemek şartıyla herkes kendi çöplüğünde/bireysel alanında dilediği gibi eşinecektir. Eğer bir “hesap verme”den söz edilecekse bu, ancak hak ve özgürlük ihlali durumunda bahis konusu olabilecektir. Batılı insanı bencil, acımasız, menfaat düşkünü ve “sömürgen” yapan da temelde bu “özgürlük tutkusu”dur.

“Bireysel alan”ı dışarıya tam anlamıyla kapatan bu anlayışı İslam, “hevaya kulluk” olarak tanımlıyor. Efendimiz (s.a.v)’in, “Hevasını benim getirdiğim ölçülere uydurmayan iman etmiş olamaz” buyurduğunu hatırlarsak, bir Müslüman’ın böyle bir “özgürlük” kavramına bilincinde yer açmasının mümkün bir iş olmadığını kavramamız kolaylaşır. İkinci olarak, bu tanım ve muhtevadaki “özgürlük”, tabiatı gereği sekülerdir ve ona perestişte bulunmak, hayatı, yüzü ahirete dönük olarak yaşama vasfıyla muttasıf olan Müslüman’dan –modern zamanları dışarıda tutarsak– sadır olmuş değildir. Zira iman, ilahî teklifi kabulleniştir ve özünde “feragat” vardır; “nefs-i emmâre”nin özgürlüğü anlamlı kılan taleplerinden, dünyanın aldatıcı süslerinden ve “kalıcı” olan için “geçici” olan her şeyden…

İslam uleması “zulm”ü, kişinin Allah hukukuna, kul hukukuna ve kendi nefsine zulmü olarak üçlü bir tasnifle ele almış, üçüncüyü, “başkasına zarar vermeden işlenen her türlü günah”ın oluşturduğuna dikkat çekmiştir. İşte burası tam da “özel hayat”ın anlamını belirleyen “özgürlük” ile “mükellefiyet”in çatıştığı alandır…

Milli Gazete – 1 Mayıs 2003