İslam Fıkhı‘nın esas olarak Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas‘tan oluşan 4 temel üzerine kurulması, bir “fikir” veya “proje” değil, başından beri var olan bir “realite”, bir “fenomen”dir. Fıkıh binası bu 4 ana delil (ve diğer fer’î deliller) üzerine bina edilirken elbette nassların yapısından ve anlayış farklılıklarından kaynaklanan ihtilaflar olmuştur; ancak özellikle 4 mezhepten herhangi birisinin bu 4 delil üzerinde ihtilaf ettiğine dair elimizde herhangi bir veri mevcut değildir.
Hal böyle iken özellikle İslam Hukuku Metodolojisi (Usul-i Fıkıh) hakkındaki “modern” araştırmaların hemen tamamında, İmam eş-Şâfi’î‘ye olumsuz anlamda özel bir vurgu yapıldığı dikkat çeker. Marife dergisinin Bahar-2003 sayısında yer alan İhsan A. Bagby imzalı yazıda da bu konu “maslahat” merkezli olarak ele alınmış.
“Şafiî’nin başlıca iddiası tüm hukukun İslam’ın vahyen gelmiş olan kaynaklarından çıkartılması gerektiği ve bu kaynakların menbaının da Kur’an ve Peygamber’e vahyedilen hadiste yer alan ilahi teşri olduğudur” diyen yazar, ilerleyen satırlarda, İmam eş-Şâfi’î‘nin gerek önceki ve gerekse çağdaşı fakihlerle Kur’an, Sünnet ve İcma‘ın esas alınması konusunda farklı bir tavır içinde olmadığını söylemeyi de ihmal etmiyor. Ancak makalesinin devam eden kısımlarında “Kur’an ve hadisin vahyedilmiş metinlerini hukukun aslî kaynağı olarak belirlemek suretiyle Şâfiî, sadece hukukun kaynaklarının sayısını sınırlamakla kalmayıp aynı zamanda hukukun otoriter gücünü bir dizi nassa tahsis ederek bu kaynakları daha da belirgin hale getirmiştir” diyerek baştaki tavrını sürdürüyor.
Bu sadece bir örnek ve –yukarıda da söylediğim gibi– İslam Hukuk Tarihi hakkında “modern” bakış açısıyla kaleme alınmış metinlerin hemen tamamında aynı tavır “temel bir iddia” olarak öne sürülüyor.
Sonraki ulemanın eserleri bir yana, Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Ebû Yusuf ve Muhammed eş-Şeybânî gibi imamlara aidiyetinde herhangi bir şüphe bulunmayan eserler çok şükür bize kadar intikal etmiş durumda ve bu eserlerde “nass”a yapılan vurgu bakımından İmam eş-Şâfi’î‘ninkinden farklı bir tavır görmek mümkün değil. Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi‘nin II. cildinde (9 numaralı yazı) mezhep imamlarının “edille-i şer’iyye” anlayışını zikretmiştim. Burada detaylarına giremeyeceğim o yazıda İmam eş-Şâfi’î‘nin “hadis”e yaptığı vurgunun diğer imamlarda da aynı tonda mevcut olduğunu ortaya koymaya çalışmış ve bu yaklaşımın Müsteşrikler‘in çalışmalarından İslam dünyasına intikal ettiğine dikkat çekmiştim…
Aslında bütün mesele, herhangi bir konuda hükme esas alınan rivayetin (hadisin) anlaşılma biçimi ve muhtelifi (birbirine muarız) hadisler arasında yapılacak tercih noktasında düğümlenmektedir. Böyle olmasaydı, İmam eş-Şâfi’î‘nin, Hadis kitaplarında gördüğümüz –”sahih” olarak nitelendirilmiş– bütün hadislerle amel etmiş olması gerekirdi. Oysa gerek “Ehl-i Hadis” olarak nitelendirilen kesimin kendi içinde, gerekse bu kesim ile İmam eş-Şâfi’î arasında, farklı hadislerin tercih edilmesinden kaynaklanan ihtilaflar bulunduğu ehlinin malumudur.
Şu halde Hadis‘e yapılan vurgunun, İmam eş-Şâfi’î ile başlamış “yeni” bir sürecin veya masa başında üretilmiş bir “proje”nin ifadesi olmayıp, başından beri, yani Sahabe döneminden itibaren mevcut olan bir olgu olduğunu söylemek zorundayız. Aksini iddia etmek, kaynaklardaki onca nakli yok saymak anlamına gelir ki, ilmî ve ahlakî olarak bunun mümkün olmadığını insaf ehli itiraf edecektir.
Bu noktayla bağlantılı olarak ileri sürülen bir diğer tez de, İmam eş-Şâfi’î‘nin başlattığı ileri sürülen bu “Hadis merkezli yaklaşım”ın, zaman içinde bütün ekolleri etkisi altına aldığıdır. Bu tezi ileri sürenlerin, mahcup duruma düşmemek için yapmaları gereken şey şudur: Şafi’î mezhebinden önce takarrur etmiş mezheplerin Usul ve füru kitaplarında, İmam eş-Şâfi’î öncesi ile sonrası arasında meydana gelmiş tavır değişikliğini izleyerek ortaya koymak. Bir diğer ifadeyle Hanefî ve Mâlikî imamlarının görüşleri arasında, daha sonra gelen mezhep uleması tarafından “Hadis‘e dayanmadığı” gerekçesiyle terk edilen fetva ve kazaların, bu mezheplerin temel karakterini dönüştürecek bir yekün oluşturduğu isbat edilemediği sürece mezkûr tezin sahiplerinin ciddiye alınma şansı olmayacaktır. Gerek tezlerinin vakıaya aykırılığı, gerekse ilmî kapasitelerinin yetersizliği sebebiyle bu ameliyeyi, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da gerçekleştirmeleri mümkün değildir.
Milli Gazete – 5 Şubat 2004