Geçtiğimiz hafta Düzce’deydik. Daru’l-Hikme’nin tam kadro hazır bulunduğu İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin 57. vefat yıldönümünü anma programı için tutulan salon, onun ve davasının büyüklüğünün farkında olanlarla doluydu. Talha Hakan Alp hocanın takdim konuşması, Zâhid Efendi merhumun, ifade ettiği bütün ağırlık ve ciddiyetiyle “alim” kelimesinin içini hakkıyla doldurduğunu vurguladı ve onun, “peygamber varisi” alimlerden olduğuna dikkat çekti. Gerek ilmî kişiliği, gerekse bireysel hayatı, Selef-i salihin bakiyesi bir alimden bahsettiğimizi en açık şekilde ortaya koyuyordu.
Daru’l-Hikme’den Mahmut kardeşimizin fem-i muhsininden dinlediğimiz ayat-ı beyyinat’ın ardından gerçekleşen bu konuşma, yine Daru’l-Hikme’den Mehmet Fatih Kaya hocanın sunumuyla bütünleşince gerçek bir “evrensel alim” portresi çıktı ortaya. Fatih hocam –adeti olduğu üzere– bu programa da kemal-i ciddiyetle hazırlanmıştı. Zâhid el-Kevserî etkisinin ve muhabbetinin ve onun açtığı çığırda gittikçe daha yoğun şekilde gözlediğimiz “ilmî ciddiyet” ifadesi çalışmaların arkasındaki hikmetin ne olduğu, bu konuşma ile birlikte dinleyici kitlesinin zihninde daha bir netleşmiş oldu.
Bendeniz de önce Mustafa Sabri Efendilerin, Bediüzzamanların ve Zâhid el-Kevserîlerin adında somutlaşan son devir Osmanlı uleması kuşağını farklı ve önemli kılanın ne olduğu sorusunun cevabını tebellür ettirmeye çalıştım.
İkinci olarak, bu kuşak içinde Muhammed Zâhid el-Kevserî’yi farklı kılan hususiyetin ne olduğu sorusu üzerinde durdu. Şüphesiz bu sorunun cevabı, onun “çok yönlü” ilmî kişiliğinde, İslamî ilimlerin tamamı konusundaki derin vukufiyet ve dirayetinde aranmalıdır.
Onun VII/XIII. asır uleması arasında zikredilmesi gerektiğini belirten çağdaşı alimler, şüphesiz sadece “üslub-u beyan”dan bahsetmiyordu. Onun böyle anılmasının asıl sebebi şüphesiz bu “çok yönlülüğü”dür.
Akademik tabiriyle “inter disipliner” çalışmalar yapabilmek her babayiğidin harcı değildir. Birden fazla ilim dalında “otorite” seviyesinde çalışma yapmak Zâhid el-Kevserî merhuma sadece “çok yönlü alim” vasfını kazandırmakla kalmamıştır. O, İslamî ilimlerin tamamına hakimiyet ve vukufiyeti sayesinde, bu ilimlerin her birinde yaptığı çalışmalara bu formasyonun damgasını vurmuştur.
O, –söz gelimi– fıkhî bir mesele hakkında konuşurken hadisçi kimliğinin sağladığı açılımları fark edersiniz. Rivayetiyle-dirayetiyle Hadis ilimleri onun imbiğinden geçmiş olarak önünüzdedir. Ya da hadisle ilgili bir konu üzerinde durduğunda, meselenin kelamî açıdan ne ifade ettiğini görmeniz gerektiğini anlatır size ve önünüze müthiş bir dirayetin süzgecinden geçmiş bir muhassala çıkar. Böylece fark edersiniz ki, geçmişte ve bugün fikrî, ilmî, hatta itikadî zeminde yaşanan arızalar, rivayet için dirayetin veya dirayet için rivayetin feda edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Birçok Kelam aliminde gördüğümüz “rivayet zaafiyeti” ve birçok Hadis aliminde gördüğümüz “dirayet zaafiyeti” onun çalışmalarında yerini tahkike dayalı ikmale bırakır.
Bu sebeple rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, gerek yaşadığı dönemde, gerekse vefatından sonra ona muhalif olanlar, reddiye yazanlar ve onu tenkit edenler içinde onun gibi “komple” bir alim olmamıştır. Hadis ilimleri hakkında birikimi olanlar sadece onun bu ilim dalıyla ilgili yazdıklarına, Kelam ilminde mütehassıs olanlar sadece onun bu ilim dalı konusundaki çalışmalarına… mukabele etmiştir. Zaman en büyük şahittir ki, dostları içinde de, hasımları arasında da İslamî ilimleri onun kuşatıcılığında ihata eden kimse olmamıştır.
Bütün bunlara onun müthiş hafızasını ve yazma eserler hakkındaki birikimini de mutlak surette eklemeliyiz. Onu eşsiz yapan birinci hususiyet onun –yukarıda değindiğim– “çok yönlülüğü” ise, ikinci hususiyet de hiç şüphesiz onun, hayatının büyük bir bölümünü kütüphanelerde geçirmiş bir “yazma eserler otoritesi” olmasıdır. Çalışma yaptığı kütüphanelerin muhtevası hakkında aradan uzun yıllar geçmiş olsa bile son derece canlı tasvirlerle isabetli bilgiler verebilen bir hafızaya sahip oluşu herkese nasip olmayan bir meziyet olarak tevatüren anlatılmaktadır.
Bizler ne yazık ki, yetişmiş insanının, uluslar arası değerlerinin kıymetini bilmeyen –ya da haydi “pek az bilen” diyelim– bir toplum olduk. O ve onun gibi yüz akı değerler kolay yetişmiyor. Onun gibi, etki alanı ve talebe profili Malezya’dan Arjantin’e kadar geniş bir coğrafyayı ihata etmiş bulunan uluslar arası bir otoritenin bu ülkede, şimdiye kadar en azından adına bir araştırma enstitüsünün kurulmuş ve faaliyete geçirilmiş olması gerekirdi.
Sadece bu değil; daha önce de yazdım, başkaları tarafından da yazıldı, Zâhid el-Kevserî’nin “kaybolmuş” dediğimiz eserlerinin peşine muhakkak düşmek zorundayız. O sadece Düzceliler’in değil, hepimizin, bütün ülkenin ortak değeri.
Ülkemizin yurt dışında tanıtımı başlığı altında yapılabilen son derece çarpık, etkisiz, başarısız, hatta “absürt” çalışmalar konusunda son derece cömert davranan Dışişleri ve kültürel varlığımızın korunması adına taşı-kayayı muhafaza altına almak için hiçbir masraftan kaçınmayan Kültür bakanlıkları; birkaç saatlik bir konser için bir sanatçıya 100 binlerce dolar ödemekte sakınca görmeyen belediyelerimiz, sporculara, yarışçılara… sponsorluk yapma konusunda hayli istekli işadamları… Evet, belki bu saydığım kurum, merci ve kişilerin bu mesele hakkındaki duyarsızlığını anlamak mümkün. Ama İslamî hassasiyet sahibi olduğunu bildiğimiz sivil toplum kuruluşlarına ve kişilere ne demeli?!..
Milli Gazete – 15 Ağustos 2009