Özellikle son çeyrek asır içinde din adına icra-i faaliyet eden bazı kesimlerde aslî varoluş zeminimizden uzaklaşma, giderek kendi tarihine, kültürüne ve kimliğine yabancılaşma eğilimi gözleniyor. Bu süreç, bu topraklarda asırlar içinde vücut bulmuş muazzam müktesebata yabancılaşmanın neticesidir.
Osmanlı’nın hüküm sürdüğü geniş coğrafyayı gözünüzün önüne getirin. O kadar farklı etnik ve dinî yapıyı bir arada tutmak elbette pek çok unsrun yanında muazzam bir zihnî, ilmî performansa ihtiyaç gösterir. Bunun neticesi olarak Osmanlı, o geniş coğrafyada bu coğrafyaya mahsus bir dil, kültür ve medeniyet oluşturmaya muvaffak olmuştur…
Bu coğrafyada yaşayanlar, bizler, bilhassa son yarım asırdır dinimizi kim (ler)den öğreniyoruz? Diğerlerini bir kenara bırakın; dinini doğru bir şekilde öğrenip yaşamak gibi bir derdi olan nesiller bunu hangi kaynaklardan beslenerek yapıyor?
Okuyan-yazan insanlar arasında küçük bir anket yapıp, “Tefsir” deyince akıllarına gelen birkaç ismi saymalarını istesek, ilk sıraları kimler alır dersiniz? Hiç şüpheniz olmasın, ilk sırayı Seyyid Kutub ve Mevdudi alacaktır.
“Bu isimlerle bir problemin mi var?” diyeceklere söyleyeyim; eskiden vardı. Ama şimdi “Tefsir” adına bu topraklarda işlenen cinayetlere baktığımda onların yedi kere zemzem suyuyla yıkanmış olduğunu düşünüyorum.
“Akaid?” diye sorsak o küçük anketimizde; hangi isimler öne çıkar dersiniz? Yine hiç şüpheniz olmasın, ilk sırayı olmasa bile ilk birkaç sıradan birisini İbn Teymiyye alacaktır…
Şimdi dönüp kendi kendimize soralım: Bu normal bir durum mu? 6 asır boyunca bu coğrafyada İslam’ı hükümran kılmış bir ecdadın, “ilim” adına bize bıraktığı kayda değer hiçbir şey yok mudur?
Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zunûn’da Molla Fenârî’nin Fatiha tefsiri üzerinde dururken, Tefsir’le iştigal edecen kimselerin bu tefsiri mutlaka okuması gerektiğini söyler. Tefsir’le ilgili olarak bizim kütüphanelerimizde ne var, ne yok, haberdar mıyız?
Ya Akaid? Osmanlı medreselerinde müfredatın aslan payını Usulüddin/Kelam derslerinin almış olması tesadüf müdür? Ve bizim gençlerimiz “Selef” akidesi adı altında propaganda edilen Vehhabi çizgiyi akide olarak benimserken Osmanlı’dan miras aldığımız Usulüddin/Kelam müktesebatından haberdar mıdır gerçekten?
Bizler, bu toprakların çocukları, dinimizi Vehhabilerden öğrenmeden önce!! Din’den, Kiktap’tan, Sünnet’ten Akaid’den habersiz mi yaşıyorduk?..
İki hafta önce Daru’l-Hikme’de, İbn Teymiyye’nin itikadî görüşlerinden bir kaçına dikkat çektiğim bir seminer yaptım. İbn Teymiyye’ye sövmedim; hakaret etmedim. Sadece teşbih/tecsim ifade eden birkaç görüşünü gündeme getirdim.
Bu toprakların ekmeğini yediği halde Vehhabilerin kılıcını sallayan gençler internet üzerinden hemen saldırıya geçtiler. Orada dile getirdiğim hususları tartışmak yerine sevmeyi, itham etmeyi, hakaret etmeyi tercih ettiler.
Holiganlık tam da böyle bir şey!
Bir kısmı da hemen İbn Arabî meselesini gündeme getirip, “Niye ona bir şey söylemiyor?” diyerek güya tarafgir davrandığımı söylemeye çalıştı. Sanki İbn Teymiyye tenkidinin “meşruiyeti/makbuliyeti” için İbn Arabî’ye sövmek şartmış gibi!!
Oysa bugüne kadar ne Tasavvuf adına konuşan kimi isimlerden sadır olan gayrimeşrulukları onayladım, ne de İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücut ve diğer tartışmalı görüşlerini!
İbn Teymiyye taraftarları arasında holiganlar var da, Tasavvuf adına hareket ettiği zannıyla bu basitliğe düşenler yok mu? Elbette var. Holiganlık kimden gelirse gelsin holiganlıktır ve ilimden yoksunluğun göstergesidir.
Bugüne kadar olduğu gibi, ömrümüz olduğu sürece bundan sonra da holiganlığa prim vermeden, doğru bildiklerimizi söylemeye devam edeceğiz… Kimler rahatsız olursa olsun…
Milli Gazete – 21 Mart 2013