Kur’an ve Sünnet’in Müslümanlar –ve hatta insanlık– için “rehber” olduğunda şüphe yok. Bu nokta her türlü mülahazanın üzerindedir. Ancak bu noktanın tartışma dışı olması ortada problem olmadığı anlamına gelmiyor. Zira tarihsel tecrübe ve aktüel durum bizi şu soruyu sormaya icbar ediyor: Müslüman için Kur’an ve Sünnet ne suretle “rehber”dir.
Bu sorunun cevabı, meseleye daha gerçekçi yaklaşmanın imkânını sunacaktır bize.
Kur’an ve Sünnet muhteva itibariyle bize “ne söyler” sorusu kadar, bunu “nasıl söyler” sorusu da belirleyicidir. Günümüzde bu noktadaki zihniyet probleminin şöyle bir “tuzak” tesbite dayandığını görüyoruz: Bu iki temel kaynağın muhtevasını “yoruma açık” olarak görenlerle “yorum dışı” görenler şeklinde iki kesim söz konusudur.
Evet, bu “tuzak”, dolayısıyla “yanlış” bir tesbittir. Peki doğrusu nedir?
Doğrusu Kur’an ve Sünnet’in bize, söylediklerini “nasıl” söylediği konusunda tafsile gidilmesi gerektiğidir. Tam bu noktada Usul ilimleri gerçeğiyle yüzyüze geliyoruz. Usul-i Fıkıh, Usul-i Hadis ve Usul-i Tefsir, birer “anlama” metodolojisi olarak bize Kur’an ve Sünnet’in muhtevası ve anlaşılma tarzı hakkında en gerçekçi zemini temin ederler. Bu ilimlerle biraz haşır-neşir olanlar şu noktayı çok iyi bilir ki, Kur’an ve Sünnet nasslarının hepsi bize aynı tarzda konuşmaz. Açıklık-kapalılık, ifadenin özelliği-genelliği, ayet-hadisler arasındaki ilişki… gibi anlamayla ilgili temel meseleler bu ilimlerin sağladığı imkânlarla çözülebilir ancak.
Bu itibarla, söze, “Geçmişte yapılan Kur’an yorumlarını mutlaklaştırmak doğru değildir…” tarzı cümlelerle başlayıp, geçmişte ortaya konulan ilmî mesaiyi ve oluşturulan müktesebatı “yorum”a indirgemek –bilinçli olarak yapılıyorsa eğer– tam anlamıyla “hinlik”tir.
Bu noktada itikadî ve fıkhî mezhepleri indî yorumların vücut verdiği müesseseler olarak görüp, görecelikte birbirinin tıpkısının aynısı olarak telakki ve takdim etmenin adının da farklı olmadığını belirtelim.
Mezhep bahsinde itikadî mezheplerle fıkhî mezhepleri aynı kategoride değerlendiren ve hepsini “sübjektif kanaatler”in semeresi olarak gören ilahiyatçı akademisyenlerimizin arz-ı endam ettiği bir ortamda “anlama” meselesini Müslümanların gündeminin en başına yerleştirmek kaçınılmaz bir gereklilik olarak görünüyor.
Sormak gerekir: Bu ümmet Sahabe neslinden itibaren tarih içinde sistematize ettiği anlama tarzında ve ortaya koyduğu pratikte hiçbir mutlak gerçekliğe istinat etmediyse, Din dediğimiz olgu insanı mutlak anlamda hakka ve hakikate nasıl hidayet edebilir?
Din, yapısı gereği en azından belli alanlarda göreceliğin/sübjektif yorumların dışında bir mutlaklık ifade etmeli değil midir? Aksi takdirde Allah Teala ile insanlar arasında ilim, kudret ve sair sıfatlarda nasıl bir farklılık kalır dersiniz/
Doğrusu, modern dayatmalar karşısında kendine ve aidiyetlerine olan güvenini kaybetmiş müslümanın yaşadığı bir yabancılaşma durumudur bu. “Teslim olup kurtulmak” yerine “teslim alıp kurtarma” psikolojisiyle Din’e beşerî bir tasarım muamelesi yapmakta bir beis görmeyen zihniyetten bundan farklı bir tavır beklemek de anlamsızdır.
En azından şu bereketli zamanlarda teslim olup arınmanın ve kurtulmanın imkânlarını araştırsalar, kendilerine böyle bir şans tanısalar gerçeğe dokunma fırsatını ele geçirebilecekler diyeceğim ama, insanın akıbeti niyetine göre şekilleniyor…
Milli Gazete – 23 Ağustos 2010