Bundan bir süre önce e-posta adresime yazan bir kardeşim, bir grup arkadaşıyla birlikte Usul-i Fıkıh, Usul-i Hadis ve Usul-i Tefsir okumak istediklerini belirterek benden eser tavsiyesi istedi. Ben de cevaben yaş ortalamalarını, tahsil ve eğitim durumlarını bildirmeleri halinde eser seçiminde daha isabetli davranabileceğimi yazdım. Gelen cevap üzerine de Türkçe‘de bulunan birkaç eser ismi verdikten sonra Arapça bazı kaynakların adını sıraladım. Bunun üzerine aynı kardeşimden gelen cevap karşısında doğrusu ne söyleyeceğimi bilemedim. Onun için de şu ana kadar kendisine herhangi bir şey yazamadım. Bu yazı onun (ve varsa benzer durumdaki diğer kardeşlerimin) beklentisine bir mukabele olsun…
Mesaj sahibi kardeşim ve adına konuştuğu grubu oluşturan kardeşlerim, benim Usul‘e yaptığım vurgudan hareketle böyle bir karar aldıklarını belirtmekle, büyük bir sorumluluk altında bulunduğumu hatırlatıyor. Bu hatırlatmadan şahsen çıkardığım sonuç şu: Yapmaya çalıştığım şey, insanları, benim –birey olarak– altından kalkamayacağım bir yükü taşımaya çağırmak…
Evet bu yükün omuzlanması gerekiyor. Zira karşı karşıya bulunduğumuz devasa problemlerin biricik çözümü burada. Ama gelin görün ki, bu yükü bireylerin omuzlaması nihai çözümün elde edilmesi anlamına gelmiyor. Zira bu –daha önce de pek çok kere vurgulamaya çalıştığım gibi– bir “sistem” meselesi ve ancak kolektif VE uzun soluklu bir çaba ile altından kalkılabilir.
Ama bu çağrı ancak bireysel ölçekte karşılıklar bulabiliyor ve ötesini beklemek de eşyanın tabiatine aykırı. Öyleyse ne yapmalı?
Öncelikle altının çizilmesi gereken nokta şu: Allah Teala bir göğüste iki kalp yaratmamış. Tercihini “ilim talebi“nden yana koymuş olan kimseler, kalplerinden diğer alakaları söküp atmak gibi zorlu bir başlangıç yapmak durumundalar. Kâtip Çelebi‘nin de vurguladığı gibi geceleri uyanık kalmayı göze almak ve hatta ölüm korkusunu def etmek ilim taliplisi için önşartlardır.
Yaşadığımız hayat bizi dört koldan farklı zorunlulukların kıskacında presleyip duruyorken kendimizi ilim talebine “adamak” nasıl mümkün olacak? Sıkça karşılaştığım sorulardan birisi şu oluyor: “Gündüz 8-9 saat çalışma hayatının hay-huyu arasında geçiyor. Akşam eve geldiğimizde yemek, çoluk-çocukla hasbihal ve biraz televizyon temaşası; ardından da uykuya yorgun düşen gözler… İlim tahsiline nasıl zaman ayırabiliriz?”
İnsan dilerse bu şartlar altında da “okumaya” zaman ayırabilir elbette. Ve bu şartlar altında kitap okumaya zaman ayırabilenlerimiz yok değil. Ama “kitap okumak”tan çok farklı bir eylemden bahsediyoruz! “Edep öğrenmek“le başlayan ve bir ömür devam eden bir faaliyet. Ulema, ilim öğrenmenin şartları arasında “ömrün sonuna kadar öğrenmekte azim ve sebat etme”yi zikreder ki, başka türlüsü düşünülemez.
Kısaca ifade etmem gerekirse, “ilim talebi” bir “hayat tarzı”dır ve “bilgilenmek“ten yahut “malumat edinmek“ten çok çok farklıdır. Günümüzde sık sık “okumayan bir toplum” olduğumuzdan şikâyet edilir ya; şartlar elverdiğinde yoğun bir yönlendirme ve teşvikle, okumayan bir toplumu “okuyan” bir toplum haline getirmek mümkündür. Ancak cahil bir toplumu alim bir topluma dönüştürmek, hiçbir zaman mümkün olmamıştır, olamaz da.
Söylediklerime, “hem ilme teşvik ediyorsun, hem de işi yokuşa sürüyorsun” diyerek karşı çıkanlar olabilir. Hemen belirteyim ki, amacımız, bahse konu ilim dallarının “neden bahsettiğini” öğrenmek ise bu çok kolaydır. Konuyla ilgili eserleri elde edip “zaman buldukça” göz atarak da bu maksadı hasıl edebilirsiniz. Ama maksat, bundan önceki iki yazıya konuk ettiğim Takiyyuddîn es-Sübkî gibi, yaptığı bir icraatın Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas‘tan dayanaklarını ortaya koyabilecek bir “alim” seviyesine yükselmek ise bunun, her şeyden önce bir “sistem” işi olduğunu ve bu “sistem”e de ancak, mum gibi kendisi erirken çevresine ışık veren bireyler yetiştirmekten geçtiğini bilmemiz gerekiyor…
Milli Gazete – 23 Mart 2004