Bir Okuyucum şu meşhur örneği tekrar ederek soruyor: “Anlamakta zorluk çektiğim şey şu: Ben doktorum. Şu anda benim hocam durumunda bulunan iki profesör bayan var. İkisi de dünya çapında insanlar. Bir tanesi zamanında Türkiye matematik şampiyonu olmuş. Öbürü üniversite imtahanlarında dereceye girmiş. Süper zekâ insanlar. Şimdi size sorum şu: Bu ikisinin şahitliği ilkokulu bile zor bitirmiş bir erkeğin şahitliğine eşit mi olacak? Bunlar akıl olarak eksikler mi? Tek tek bunların aklı ilkokulu bile zor bitirmiş erkekten az mı? Burada acayip bir durum yok mu?”
Bu soruya cevap olarak kadınların fıtrî olarak duygusal taraflarının ağır bastığından, –erkeklerin aksine– beyinlerinin duygusallıkla ilgili lobunu daha yoğun kullandıklarından falan bahsetmeyeceğim. Çünkü “profesör bayan” örneği bu söylemi speküle etmektedir. Esasen bir önceki yazıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, kadının zekâ seviyesinin erkekten daha aşağı olmadığını biz Müslümanlar modern-seküler meydan okuyuştan yüzyıllar önce de biliyorduk. Erkeklere oranla sayıları görece az da olsa, İslamî ilimlerin hemen her dalında saygınlığını isbet etmiş kadınların mevcudiyeti bu durumun en bariz göstergesidir.
İslam’ın kadına bakışı ile ilgili tartışmada bence gözden kaçırılan husus şudur: İslam bize bir hayat tarzı telkin ediyor. Bu hayat tarzında “aile”, merkezî ve vazgeçilmez bir fonksiyon icra eder ve ikamesi de yoktur. Geleceği inşa edecek nesillerin yetişmesinde en geniş anlamıyla aileyi temel alan bu model, yine en geniş anlamıyla dinî, toplumsal ve kültürel kimliğin oluşmasının ve korunmasının biricik güvencesidir. Bu hayat tarzında erkeğin ve kadının üstlendiği roller elbette farklı olacaktır ve Kur’an’ın “iyi kadın”ı neden “itaatkâr kadın” olarak tavsif ettiğini (4/en-Nisâ, 34) ancak böyle bir bütünlük içinde anlamlandırabiliriz.
Kadını aileden kopartarak toplumsal hayata taşımak suretiyle aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı olmaktan çıkarmak ve ailede oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu… gibi kurumlarla doldurmak da bir “tarz”dır. Ancak iki tarz arasında sonuçları itibariyle yapılacak bir karşılaştırma, hangisinin ideale daha uygun olduğunu anlamaya fazlasıyla yeter. Hiç düşündünüz mü, modern toplumlarda “gençlik” niçin sadece sivilcelerden ibaret olmayan en hassas ve en problemli/bunalımlı dönemdir? Ardından gelen “orta yaş” dönemi ondan daha mı farklı? Ruhiyat ile uğraşanların “orta yaş bunalımı” dedikleri arızanın temelinde ne ola ki? Ya yaşlılık dönemi! Kişinin artık hayattan “zoraki” olarak kopartıldığı, gençlere “ayak bağı” olmaması için huzur evlerine hapsedildiği bu dönem için neler söylenebilir?
Konuyu, “iki farklı hayat telakkisi” penceresinden görmeden, sadece “şahitlik” meselesine indirgenmiş tekil bir problem olarak ele almanın yanıltıcı olacağı açıktır. Batı medeniyetinin, “öteki”ne en acımasız muameleleri reva gören vahşetinin temelinde, aileden (dolayısıyla “anne”den) başka hiçbir kurumun veremeyeceği şefkat ve merhamet hislerinden yoksunluğu aramamak, meselenin en can alıcı noktasını “atlamak” olur.
Geçmişte, kadının aile içindeki rolünden kopartılarak toplumsal hayata –bugün gözlediğimiz anlam ve boyutta– katılımının sağlanması halinde başarısız olacağını söyleyen birisinin varlığını ben şahsen bilmiyorum. Kadının, toplumsal/kamusal hayata bugünkü şekliyle katılmasının söz konusu olmaması, acaba “kadın kıt akıllıdır, bu işlerden anlamaz, yeteneksizdir…” gibi bir değerlendirmeyle mi, yoksa yukarıda ifade etmeye çalıştığım “insan ve hayat” anlayışından mı kaynaklanmıştır, kararı siz verin… Ancak bu konuda karar verirken şu soruyu daima hatırda tutun: Ne olmuştur da şahitlik ve diğer meseleler, hayatı Allah’ın rızasına kavuşma hedefiyle ve “ahirete dönük” olarak yaşayan “geleneksel” kadın için değil de, “cebrî bir ihtiyar”la niçin ve nasıl sekülerleştirildiğini fark edemeyen “modern” kadın için temel bir “problem” olmuştur?
Haziran 2002 – Milli Gazete