Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum Makâlât‘ında, “Selef’in nasslardan anladığı neyse, anlaşılması gereken odur” der. İlahî dinlerin tahrif ediliş süreci, peygamber terk-i dünya ettikten sonra insanların zaman içinde dinî nassslara kendi anlayışlarını söyletmeleri şeklinde yaşanmıştır genellikle. Yaşadıkları çağın hakim zihniyeti, dünya görüşü ve “moda” akım(lar)ı neyse, onu dine ve dinin nasslarına tasdik ettirme gayreti, “tahrif“in öbür adıdır.
Son ilahî dinin varlığını kıyamete kadar sürdürmesi, hükümlerinin ancak Efendimiz (s.a.v)’in tebliğ ve beyan buyurduğu aslî şekliyle muhafasazı yoluyla olacaktır. İhbar-ı Nebevî ile hiçbir asrın kendilerinden hali kalmayacağını bildiğimiz Mücedditler‘in temel fonksiyonu da işbu “muhafaza”nın temininden başkası değildir.
Sorarım size, Sahabe döneminden itibaren İslam dünyasında pıtrak gibi biten bid’at fırkaların hangisinin bu dini aslî şekliyle temsil ettiği söylenebilir? Eğer hayatı tümüyle kucaklayan ve “yaşayan” bir dinden bahsediyorsak, işin sadece “Allah’a ve Peygamber’e iman“la bitmediğini/bitmeyeceğini de idrak etmek durumundayız. Cebriye‘sinden Mu’tezile‘sine kadar geniş bir yelpaze oluşturan söz konusu fırkalar eğer “yaşanabilir” bir dini temsil ediyor olsaydı, Sünnetullah ve va’d-i ilahî onların ilel ebet yaşamasını gerektirirdi.
“İcma” teknik bir terim olarak her ne kadar sadece Fıkıh sahası ile münhasır olarak kullanılıyor ise de, özellikle İslam‘ın itikadiyattan amelî sahaya kadar “olmazsa olmazları”nı yansıtan bir tabir olarak Akaid kitaplarında kendisine sık rastlanıyor oluşu anlamsız değildir.
Bu dinin “olmazsa olmazları” ise –özellikle naklî alanında– ancak Sahabe döneminden itibaren üzerinde birleşilmiş hususlardan oluşur. Sahabe‘ye önem atfetmemizi gerektiren hususlardan birisi olması yanında, bu realite, İcma olgusunun altının kalın çizgilerle çizilmesini de icab ettirir. Burada iki tire arasında verdiğim cümle, akliyata müteallik hususların tarihsel bilgi ve tecrübe ile ilişkisini vurgulamak amacındadır. Ancak nakil merkezli icmalar, başka türlü anlaşılması mümkün olmayan hususlar hakkında olduğundan, onların tarihselliğinden söz etmek, Hz. Peygamber (s.a.v)’in tebliğ ve beyanının da tarihsel olduğunu iddia etmek olur ki, temel öğretileri bakımından kendisini tarihin ve sosyo-kültürel ortamın belirlemesine bırakmış dinler bizim ıstılahımızda “muharref”ler kategorisindedir…
İcma‘ın naklî delilleri üzerinde durmak bu yazının amacı dışında olduğundan, burada işin bu yönünü geçiyorum. İslam‘ın tahrif ve tahripten masun olduğunu söyleyebilmenin tek yolunun, meseleyi Kur’an‘ın korunmuşluğu ile irtibatlandırarak ele almak olmadığını daha önce birçok kere vurgulamaya çalışmıştım. Zira birisi çıkap da Kur’an‘ın korunacağını bildiren ayetin Kur’an‘a daha sonra sokulduğunu iddia edecek olursa “ister inan, ister inanma” demekten başka bir yol yoktur.
Bu dinin sahih ve inkıtasız bir şekilde anlaşılıp yaşanması noktasında bir “ana damar”ın her zaman varlığını korumuş ve devam ettirmiş olduğu gerçeği üzerinde sarf-ı mesai edildiğinde Modernizm‘in oluşturmaya çalıştığı son derece önemli bir boşluğun kendiliğinden dolacağını idrak etmemiz gerekiyor.
İşte İcma bu noktada kendisine bilincimizde bir yer açıyor. Peygamberi terk-i dünya etmiş bir dinin “olmazsa olmazları”nın, ilk kuşaktan itibaren kesintisiz biçimde nesilden nesile aktarılması vakıası karşısında iki şey söylenebilir: Ya İslam Hz. Peygamber (s.a.v)’den hemen sonra tahrif olmuştur, ya da Sahabe‘nin üzerinde bulunduğu çizgi sahih İslamî anlayışın biricik ifadesidir.
Birinci şıkkı ilmî ve tarihsel olarak isbat etmek mümkün değildir. Zira o zaman bizzat Kur’an dahil olmak üzere “din” adına elde ne varsa hepsinden kuşku duymak bir “hak, hatta “görev” olur. Temel kaynakları böyle bir kuşkunun muhatabı olmaktan kurtulamamış bir dinin bize gerçeği nasıl söyleyeceği sorusu, bu şıkkı benimseyenlerin cevaplaması gereken bir sorudur ve hala muallakta beklemektedir.
Milli Gazete – 14 Şubat 2004