Bediüzzaman Said Nursi merhumun “Münazarât“ında geçen bir mesele üzerine kaleme aldığım yazı (24 Şubat), Yeni Asya‘dan Hakan Yalman ile Vakit‘ten Mustafa Kaplan‘ın cevabî yazılarına muhatap oldu.
Savunma psikolojisiyle birbiri ardına sıralanan “seviyesizlik”, “edepsizlik”, “cehalet” vb. ithamlar günümüzde bir tavrı “tenkit” yapmaya yeten unsurlar olarak telakki edildiğinden, böyle yaparak beni tenkit ve Bediüzzaman merhumu müdafaa ettiğini düşünen, böylece doyuma ulaşan bu muhteremlere, “Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bizzat müellifi tarafından “hatîât ve kusurât” ihtiva ettiği söylenmiş ve bu yüzden sebeb-i istiğfar olmuş bir eserin müdafaası böyle yapılmaz” demekle yetineceğim.
Bunu, Bediüzzaman merhumun hatırına yapacağım. Bu köşeyi en az iki hafta işgal edecek bir seri yazı hazırladığım halde, hiçbirini neşretmeyecek, “Ağzının payını aldı; sustu” denmesi pahasına, nefsime dağlar kadar ağır gelse de, hususi ve mahrem bir sebebe binaen bu konuda susacağım.
Ama “anlama” ve “anlatma” bağlamında bir arızayı işaret eder göründüğü halde mantalitesinde –hepimizi ilgilendiren– daha büyük bir arızayı barındırdığı için bu tenkitler üzerinde genel bir değerlendirme yapma hakkımı da kullanacağım.
Tarihin bu en eski ve en asil eylemine hakkını vermiş olmak adına “anlama” üzerine söz söyleyen ve beni “anlamama” hatasıyla itham eden bu muhteremlere, “anlama”dan ne anladıklarını, bu mesele üzerinde kaç kitap okuyup ne kadar kafa patlattıklarını sorsam ne fayda?..
Anladıkları dilden konuşayım:
Nasıl Bediüzzaman merhum kendi yazdıkları hakkında üçüncü şahısların tenkit hakkını bizzat kendisi tanımış ve hatta buna teşvik etmişse, bu hak ve sorumluluğun yansımasından başka bir şey olmayan o yazım da elbette tenkit konusu yapılacaktır, yapılmalıdır. Zira Bediüzzaman merhum bu toprakların yetiştirdiği müstesna değerlerden, merkez şahsiyetlerden biri olmakla, sadece “Nurcu” tesmiye edilen veya kendisini öyle ifade eden kimselerin değil, hepimizindir.
Burada meselenin bize bakan yönünde halledilmesi gereken bir problem var: Bediüzzaman merhum, döneminin yıldız şahsiyetlerinden, hatta 1400 küsür yıllık tarihin yetiştirdiği sayısız alimlerden, salihlerden biridir ve o ulema ve sulehadan hiç birisi hatasız ve tenkitten münezzeh olduğunu söylememiştir.
Benim tenkide konu olan o yazımda ve daha başka yazılarımda tesbit ettiğim hususlar, ilim anlayışımdan kaynaklanan ve edep sınırlarını aşmamaya özen gösteren –gayri ihtiyari vuku bulmuş kalem kaymaları varsa Rabbimden bağışlanma ve Bediüzzaman merhumun ruhaniyetinden helallık dilerim– bir hassasiyetin ifadesi olarak görülmelidir. Yoksa benim ne –haşa– Bediüzzaman merhumu “karalamak” gibi bir niyetim, ne de onun üzerinden gündem oluşturmak veya şöhret devşirmek gibi “aşağılık” bir düşünceye iltifatım olabilir.
Daha önce birçok kimsenin okurken dudak büktüğünü tahmin ettiğim pek çok yazıyı kaleme alırken de –tıpkı Bediüzzaman merhum hakkındaki yazılarda olduğu gibi– bir tek düşünceyle hareket ettim: İhkak-ı Hakk. Bediüzzaman merhumun ifadesiyle “Hakk’ın hatırını ali tutmak ve onu başka hiçbir hatıra feda etmemek.”
Bu tarz yazılarım hakkında, “Yahu bu adam ne yapmak istiyor? Ehl-i Sünnet ulemaya çatmaktan başka yapacak bir şey kalmadı mı? Maazallah çarpılacak…” tarzında tepkisel ve yüzeysel değerlendirmeler yapanların, Ehl-i Sünnet çizginin muhafaza ve müdafaası konusundaki hassasiyetlerine saygılı olmakla birlikte, Ehl-i Sünnet olduğunu söylemenin kişiye getirdiği sorumlulukları da hatırlatmak durumundayım.
İmam-ı Rabbânî hz.leri İbn Arabî hz.lerinin “vahdet-i vücut” görüşüne itiraz ederken, Zâhid el-Kevserî merhum, Mustafa Sabri Efendi merhumun “kesb” ve “ihtiyar” görüşlerini eleştiri konusu yaparken, hatta bizzat Bediüzzaman merhum, M. Sabri Efendi merhumu, Musa Carullah ile girdiği tartışmanın semeresi olan o muhalled eserinde İbn Arabi hz.leri ile ilgili tavrı sebebiyle tenkit ederken, yine Bediüzzaman merhum, İmam el-Gazzâlî’yi tenkit sadedinde, “…Ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü İmam-ı Gazalî’ye dediren, hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir” derken “Yahu bu adam ne yapmak istiyor? Ehl-i Sünnet ulemaya çatmaktan başka yapacak bir şey kalmadı mı?” türünden eleştirilere muhatap olmuş mudur, bilmiyorum. Ama böyle bir şeye muhatap olmuşlarsa bile, gülüp geçtikleri ve “ihkak-ı Hakk” düşüncesini her şeyin üstünde tuttukları kesin.
Peki biz ne yapıyoruz?
O alimleri “değerli, aziz ve mübarek” kılan şeyin rağmına onların her söylediklerine –farkında olarak veya olmayarak– “vahiy” seviyesinde değer atfetmek, onları vazgeçilmez kılan şeyi zedelemekten başka bir netice vermez.
Devam edecek.
Milli Gazete – 8 Mart 2005