Modern zamanlarda İslam tarihini yeniden ve farklı bir gözle okuma tavrının yaygınlaştığı bir vakıa. Farklı itikadî mezheplerin varlığının nasıl anlaşılması/yorumlanması gerektiği sorusuna da bu çerçevede “çoğulculuk” ekseninde cevap veriliyor. Gerçekten de Allah, peygamber, kitap, melek ve ahiret inancı gibi temel konular paranteze alınacak olursa, itikadî fırkalar arasındaki ihtilaf alanının hayli geniş ve anlaşmazlıkların derin olduğu görülür. Hatta paranteze aldığımız temel konuların üstüne biraz gidildiğinde, orada da farklı kabullerin su yüzüne çıktığı hemen fark edilir.
Meseleye çoğulculuk zaviyesinden bakarak, Şia’dan Mu’tezile’ye, Cebriye’den Mürcie’ye farklı itikadî fırkaların varlığının bir “zenginlik” olduğunu söylemek aslında gerçekten “bir şey söylemek” midir? İşbu “zenginlik”in mahiyeti nedir?
Problem sadece geçmişte kalmış fırkalarla birlikte tarihe gömülmüş olsaydı, bu meseleyi bir “zihin jimnastiği” olarak değerlendirebilirdik. Ne var ki, günümüzde “farklı İslamlar”dan söz edilmesi, problemin canlı bir şekilde ve fakat farklı ifade kalıpları içinde varlığını devam ettirmekte olduğunu gösteriyor.
Türk İslamı, Arap İslamı, Acem İslamı, Taliban İslamı… Bu ve benzeri nitelemeler gerçekte ne anlatıyor? Birden fazla İslam olabileceğini ve kimsenin bunlardan birisini öne çıkartıp, “gerçek İslam budur” deme durumunda olmadığını mı? Her ne kadar bu nitelemelerin siyasî ve ideolojik bir zeminin mahsulü olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olsa da, bunun meselenin çözümüne bir katkısının olmadığı aşikâr.
İslam’ın kaynaklarından söz edildiğinde “sadece Kur’an ve Sünnet’i tanırız” tavrında olanlar, aslında bu yaman çelişkinin oluşmasına ya da yaşamasına bir şekilde katkı vermekte olduklarının farkında değiller. Zira gerek yukarıda adlarını andığımız fırkalar, gerekse bugün “farklı İslam anlayışları” çerçevesinde gündeme getirilen İslam nitelemeleri bakımından Kur’an ve Sünnet ortak alandır. Bir diğer deyişle kendisini İslam’a nisbet eden her oluşum mutlak surette “Kur’an ve Sünnet” merkezli bir yapılanma içinde olmak durumundadır.
Dolayısıyla soru şudur: Eğer “Kur’an e Sünnet” demek meseleyi çözüyorsa, yahut doğruyu bulmak için “sadece Kur’an ve Sünnet” demek yeterli oluyorsa, bu kadar farklı İslam anlayışının varlık sahnesine çıkmış olmasını izah etmek gerçekten mümkün müdür?
Şu bir gerçek ki, Kur’an üzerindeki sübjektif değerlendirmeler Sünnet tarafından bertaraf edilir/edilmiştir. Sünnet üzerindeki sübjektif değerlendirmelere gelince, meselenin püf noktası burasıdır ve bu noktada “Sahabe” faktörü öne çıkmaktadır.
Sünnet-i seniyye konusundaki her türlü yorum ve değerlendirme sadece ve münhasıran Sahabe’nin onayını aldığı takdirde meşruiyet kazanır, itibara şayan olur. Sonra gelen hiçbir İslam alimi, İslamî ilimlerin hangisinin alanına girerse girsin, Sahabe’nin alim ve fakihlerinin ittifakını göz ardı ederek hüküm veremez/vermemiştir. Bid’at fırkaların Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıkları hususlara bakın, mutlaka ya Sünnet algısındaki bir arızayı ya da Sahabe’nin merkezî konumunu ıskalayan bir şaşı bakışı görürsünüz. Kur’an’ın doğru anlaşılması da, neyin Sünnet olarak tesbit edilmesi gerektiği sorusunun cevabı da hep Sahabe halkasında düğümlenmektedir.
Bu sebeple Ehl-i Sünnet imamlardan hiç birisi Sahabe ittifakının rağmına hüküm vermemiş, hatta Sahabe –diyelim ki– üç görüş halinde ihtilaf etmişse, bu ihtilafın dışına çıkıp bir 4. görüş ihdas etmemiştir.
Bu itibarla günümüzde “kimin İslamı?” sorusunun doğru cevabını da Sahabe merkezli bir değerlendirmede aramak durumundayız.
Milli Gazete – 21 Haziran 2008