“Hangi Hoşgörü?”

Ebubekir Sifil2007, Gazete Yazıları, Temmuz 2007

Başlığa aldığım soru, Yeni Ümit dergisinin son (Temmuz-Ağustos-Eylül 2007) sayısında Prof. Dr. Suat Yıldırım hocanın, cemaat tarafından Arapça olarak neşredilen Hira dergisinin Ocak-Mart 2007 sayısına Prof. Dr. Muhammed İmara tarafından kaleme alınan makalesinden özetlenerek oluşturulmuş yazının başlığı.

Suat Yıldırım hoca ve dahi derginin editörlük masası tarafından herhangi bir rezerv, şerh, beyan, tavzih, ta’dil vesaire ile karşılanmaması, muhtevasının paylaşıldığını, tasdik gördüğünü gösteriyor.

5/el-Mâide 48. ayetinin “farklı” bir tefsiri üzerine kurgulanmış gibi duran yazı, birey ve toplumların farklı dinlere mensubiyetini, “çoğulculuk” kavramıyla belli bir “meşruiyet” zeminine oturtuyor; “madem “birlik” Allah Teala’ya, “çokluk” da mahlukata ait bir özelliktir, o halde çoğulculuk Allah Teala’nın değişmez bir nizamıdır” diyor; Kur’an’ın, “bu çeşitliliği Allah’ın bir nizamı ve evrenin bir kanunu” olarak gördüğünü söylüyor. İmara’ya –ve onu sükûtla tasdik eden Yıldırım hocaya– göre “Allah, çoğulculuğu, farklılığı, çeşitliliği bir kanun olarak koymuştur.”

Yazara ve mütercime göre farklı ırk ve milletlere mensup insanlar, “Yaratıcı’nın imtihan hikmeti icabı olarak dinleri, dilleri, medeniyetleri, gelenekleri farklı olarak, aralarında fazilette yarışma olan toplumlar olabilirler.”

Yine yazının müellifine ve mütercimine göre “İslam, kendisini inkâr edenler için dünyevî bir yaptırım koymamış, onlar hakkında ahirette hüküm vermenin Allah’a ait olduğunu ilan etmiştir. O sebeple putperestler hakkında bile, “Sizin dininiz size, benim dinim bana” demiştir.”

Evet, Allah Teala sadece bir topluluğun değil, Alemlerin Rabbi’dir; yazıda ifade edilen bu husus temel bir İslamî realitedir. Ancak bu ifadenin yüklendiği vurgu göz ardı edildiğinde sanki “Allah Teala, hangi dinden olursa olsun bütün insanlara rahmet ve merhamet çerçevesinde nazar eder” gibi bir sakat anlayışa geçit veriyor gibi. Bu tamlamanın anlam ağırlığını, “Rabbu’n-nâs” olarak değil, “Rabbu’l-âlemîn” olarak terkip edilmiş olması üzerinde yoğunlaşarak kavrayabiliriz. Aksi halde hem temel bir Kur’anî kavramın anlam buharlaşmasına uğramasına yol açmış, hem de Kur’an’ın “necis” (9/et-Tevbe, 28) dediği yaratıkları da “hoşgörü ve müsamaha” çerçevesi içinde telakki etme garabetine düşmüş oluruz.

Yazının tamamını okuduğunuzda aklınızda şu tarz soruların uçuştuğunu fark ediyorsunuz:

  • Varlığa hakim olan Hak-batıl ayrımı, ma’ruf-münker ontolojisi nereye gitti de onun yerine “çoğulculuk” ikame edildi?
  • Yazının, Yahudilik ve Hristiyanlık da dahil olmak üzere, mevcut şirk, inkâr, tahrif ve tahrip dinlerini, “varlıkları hikmet ve sünnetullah gereği olan”, dolayısıyla belli bir masumiyet ve meşruiyet anlayışıyla karşılanması gereken olgular olarak görmeyi telkin eden tavrı doğru ise, kâfir ve müşrikler hakkında onca yerici ve alçaltıcı ifadeler kullanan, şirki en büyük zulüm sayan Kur’an’ın bu tavrını nasıl izah edeceğiz?
  • İslam, mensuplarına, hak ve hakikati başkalarına tebliğ etme ve diğerlerinin cehennemden kurtulmasına çalışma yükümlülüğü getirdiği halde, farklı dinlere aidiyeti “hikmet” temeline oturtma ve herkesi olduğu gibi kabul etme anlayışını “varlık yasası” olarak takdim etmenin Kur’an’la çelişme anlamına geldiği açık değil mi?
  • Nereye gidiyorsunuz???

Milli Gazete – 16 Temmuz 2007