Krefeld/Almanya’dan yazan bir kardeşim şöyle soruyor:
“… Malumunuz, günümüzde Kur’an’da olmayıp hadislerle sabit olan hükümleri red eğilimi yaygınlık kazanmaktadır. Arz’ın standart bir ölçme-değerlendirme işlemi olmadığı konusunda geçmiş çağların hadis alimleri arasında görüş birliği mevcuttur. Allah Teala, Nisa 80’de Peygamberine mutlak surette uymayı ve itaati emretmiş ve bunu hiçbir şey ile kayıtlamamıştır. Dolayısıyla bu teşebbüslerin ne anlamı var?
“Yani eğer Efendimiz (sav)’in Kur’an dışında hüküm koyma yetkisi olmazsa, ihtilafa düştüğümüz zaman meselemizi önce Allah’a, sonra Rasulullah’a götürmemizin ne anlamı kalır?!
“Bu gibi hususların özellikle avam sınıfına açık tutulmasını da doğru bulmuyorum. Arz’ın birçok şartları ve incelikleri var. Aynı zamanda bir sübjektiflik de söz konusu. Tanıdığım birçok kişi hadisi Kur’an’a arz etmeden önce kendine arz ediyor! Aslında burada ihtiyaç duyulan, bir Usul. Nereden başlamalıyız?..”
Hadislerin Kur’an’a arzı meselesi son derece önemli. Zira günümüzde şu veya bu isim altında ortaya çıkan bid’at yapılanmaların temel hareket noktalarından birisini oluşturuyor.
Denebilir ki, “Hanefî mezhebinde de hadislerin Kur’an’a arzı diye bir Usul kriteri vardır. Dolayısıyla bu durumu “bid’at” olarak nitelemek yanlıştır.”
Ancak Hanefîlerin hadislerin Kur’an’a arzından anladığı ile günümüz bid’at ehlinin anladığı birbirinden farklı şeylerdir. Söz gelimi Hanefîler –hiçbir istisna söz konusu olmaksızın– evli zanilerin cezası, kadının halası ve teyzesi üzerine nikâhlanması gibi fıkhî, kıyamet alametleri, kabir azabı, şefaat, sırat, mizan… gibi itikadî hükümleri kabul ve gereğince amelde Ehl-i Sünnet’i oluşturan diğer kesimlerden hiçbir şekilde farklı düşünmezken, şimdiki bid’at ehli tarafından bu meseleler “Kur’an’a aykırı” olduğu gerekçesiyle reddedilmektedir.
Öte yandan Hanefîler, Kur’an’a aykırı olduğunu söyledikleri hadisleri resen reddetmeyip, uygun şekillerde tevil ederler. Günümüz bid’at ehli ise Kur’an’a aykırı olduğunu düşündükleri hadisleri resen reddetmektedirler. Dolayısıyla bu meselede günümüz bid’at ehli ile Hanefîler’i birbirine benzetmek, Hanefîler’e yapılabilecek en büyük zulümdür!
Meselenin aslına gelecek olursak, hadislerin Kur’an’a arzının bir Usul ilkesi olarak benimsenip işletilmesinde hiçbir çekincemiz olamaz. Ancak bazı noktalara dikkat edilmesi gerekir. Bunları kısaca şöyle ifade edebiliriz:
1. Öncelikle dört başı mamur bir Kur’an anlayışının ortaya konulmuş olması gerekir. Hem ayetlerle hem de hadislerle ilgili olarak Usul’de tesbit edilmiş olan delalet vecihleri, açıklık-kapalılık, umum-husus… gibi özellikler dikkate alınmadan “Kur’an’ın ruhu” gibi herkesin farklı bir şey anladığı muğlak/yuvarlama ifadelerle bir yere varılamaz.
2. Hadislerin sübutu meselesi ile ilgili olarak yine Usul’de belirlenmiş olan ilkelere alternatif oluşturabilecek ciddiyette ilkeler belirlenmelidir.
3. Ayetlerle hadisler (Kur(an’la Sünnet) arasındaki ilişki son derece hassas bir şekilde tesbit edilmelidir.
Ana başlıklar Halide zikretmeye çalıştığım bu hususlar, ehlinin de kolayca fark edeceği gibi aslında Usul-i Tefsir, Usul-i Fıkıh ve Usul-i Hadis disiplinlerinin yeni baştan tesis edilmesi anlamına gelmektedir. Bu sahalarda Ümmet’in yüzyıllar içinde oluşturup ortaya koyduğu devasa müktesebat ile günümüzde masa başında kotarılan ve meselenin cüz’ünün cüz’üne terettüp eden münferit ve son derece tartışmalı birkaç çalışma arasında kıyaslama yapmaya kalkmak sadece “ciddiyetsizlik” kelimesi ile izah edilebilir!
Burada bütün bunlardan önce sormamız gereken soru şudur: Hadislerin Kur’an’a arzı meselesi bugün niçin gündeme getirilmektedir?
Bu soruya cevap teşkil edebilecek çalışmalara baktığımız zaman, modern değer yargılarına ve değerlendirme tarzlarına aykırılık teşkil eden hadislerin bir şekilde devre dışı bırakılması gayretlerinin ön plana çıktığını görüyoruz. Son derece masum ve “İslamî” gibi görünen bu çalışmaların, aslında “gayri İslamî” bir “güdü” ile yapıldığını fark etmek durumundayız. Geçmişte hadislerin Kur’an’a arzı ilkesini işletenler, bunu, “çağdaş dünyaya yaranmak” gibi “lekeli” gerekçelerle değil, pür İslamî hassasiyetlerle yapıyor ve son derece dikkatli hareket ediyordu. Bugün yapılansa, züccaciye dükkânına girmiş filin yaptığından farklı değil!
Milli Gazete – 15 Haziran 2009