Müslümanın dünyayla ve dünyasal olanlarla ilişkisinin mahiyetinden bahseden İslamî nasslar, modernitenin zihnimize zerk ettiği virüsler sayesinde ya “tasavvufî şeyler”, ya da “modası geçmiş şeyler” olarak algılanmak suretiyle gözden kaçırılıyor. Oysa söz konusu nasslar dünyayla ve dünyasal olanlarla ilişkimiz konusunda temel tayin edicilerdir ve “insancıllığa” indirgenmiş arızalı Tasavvuf anlayışının dar alanına yahut “gelişme/kalkınma” gibi efsunlu kelimelerin gölgesine hapsedilmek suretiyle adeta hayatın dışına atılmışlardır. Hangi nasslardan bahsettiğimi kısmet olursa bir başka yazıya bırakarak burada, yukarıda ifade ettiğim durumun önümüze çıkardığı sonuç üzerinde duralım:
“Yeryüzünde fesat çıkarmak”, inkârcıların başat vasıflarından biridir ve bu, Yüce Kitabımız’ın temel vurgularından olmakla hepimizin malumudur. Ancak “fesad”ın mahiyeti hakkında gereği gibi düşünmediğimizden –ya da başka sebeplerden–, inkârcıların bu vasfının tam olarak ne anlama geldiği meselesini çoğu zaman atlayıveriyoruz.
2/el-Bakara, 204-5. ayetlerinde önce “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider” buyurulduktan sonra, bahsedilen insanların karakter özellikleri şöyle verilir: “İşbaşına geçtiğinde yeryüzünü fesada vermek, ekin ve nesli helak etmek için didinir…”
Tabiun’un iki büyük ismi Sa’îd el-Makburî ile Muhammed b. Ka’b el-Kurazî arasında geçen ve bu ayetlerin de bahis konusu yapıldığı bir müzakerede el-Kurazî, –ayrıntıya girmemek için burada dile getirmeyeceğim– bir görüş ileri sürer. Buna karşılık el-Makburî yukarıdaki ayetleri okur ve şöyle der: “Bir ayet bir kişi hakkında iner; sonra herkes hakkında umumî olur.”
Bu husus, Usul-i Tefsir’de de “Sebebin hususî olması hükmün umumî olmasına engel değildir” formülüyle ifade edilmiştir. Dolayısıyla bahse konu ayetlerin bugünün insanına hitap etmediğini ileri sürmek doğru değildir.
Batılı insanın, yeryüzünün hakimiyetini (küresel jandarmalık) ele geçirdiğinden beri insanın inancını, ahlakını, değerlerini, hayat tarzını, hormonal dengesini… nasıl bozduğunu, istila ettiği ülkelerin yeraltı ve yer üstü kaynaklarını doymak bilmez bir iştiha ile nasıl sömürdüğünü (neslin helakı), ekolojik dengeyi nasıl canavarca tahrip ettiğini ve yeryüzünde bu sebeple binlerce canlı türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu (ekinin helakı), küresel ısınma denen dehşet durumunun her geçen gün bizi geri dönüşü olmayan bir sona (kıyamete) doğru nasıl götürdüğünü yakından müşahede ediyoruz. Allahu a’lem bu ayetin bugüne bakan yüzünde böyle bir uyarı ve vurgu vardır.
Aynı konuda uyarı niteliğin taşıyan bir diğer ayet: “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar…” (30/er-Rûm, 41)
Bu ayet üzerinde de gereği gibi düşünüldüğünde, gerek mantûk ve gerekse mefhûmuyla bugüne canlı bir şekilde hitap ettiği görülür ve önceki ayet hakkında söylenebilecek şeyler bu ayet hakkında da aynıyla geçerlidir. Şu kadar ki, bu ayetin biraz daha geniş bir anlam çerçevesi vardır. İnsan elinden çıkan haksızlık, zulüm ve isyanlar dolayısıyla yeryüzünde uyum, denge, ahenk ve bereket kalmaması da ayetin ifade ettiği hususlardandır…
İnsanın ve tabiatın canına, insanî ve tabiî olan hiçbir şey bırakmamacasına kasteden bu gidişatın kaynağı nedir diye baktığımızda karşımıza “teknolojik medeniyet”, yani “kalkınma ve ilerleme” olguları çıkıyor. İnsanoğlu tarih boyunca hiç bu kadar kalkınmamış ve ilerlememişti; bu doğru. Ama bu, aynı zamanda bir başka doğrunun daha ifadesi: İnsanoğlu tarih boyunca insanı ve tabiatı hiç bu kadar tahrip, ekini ve nesli hiç bu kadar helak etmemişti. Geri dönüşü olmayan bu küresel tahrip (fesat), Batılı insanın marifetidir ve aynı gemide bulunduğumuz için biz de aynı felaketin sonuçlarından nasipdar oluyoruz, olacağız.
Şimdi o hayatî soruyu sormanın tam sırasıdır: İslam mani-i terakki değil midir?
Milli Gazete – 21 Ocak 2007