Bugünlerde Fetâvâ‘sıyla haşır-neşir olduğum Takiyyüddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Abdilkâfî es-Sübkî eş-Şâfi’î‘den bahsedeceğim bu yazıda teberrüken. Hal ve kaliyle kendisinden sonrakilere gerçekten “numune-i imtisal” oluşturan bu alim hakkında bende uyanan çağrışımları paylaşmak belki sizi de yaşamakta olduğumuz hareketli gündemden biraz olsun sıyıracaktır.
es-Süyûtî‘nin, Hadis, Fıkıh ve Arap dili sahalarında içtihad mertebesine yükseldiğini söylediği (Kitâbu’t-Tahdîs bi Ni’metillâh, s. 205) Takiyyüddîn es-Sübkî (v.756/1355)’nin tek özelliği, İslamî ilimlerin hemen her sahasında kendisi gibi örnek bir alim olan oğlu Tâcuddîn Abdülvehhâb es-Sübkî‘nin, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye‘de isimlerini iki sayfaya sığdıramadığı muhalled eserlere imza atmış olması değil. O aynı zamanda devamlı Kur’an okuyan, geceleri nafile namazla ihya eden ve çokça ağlayan bir abid ve zahid olarak dikkat çekiyor. Uzun yıllar kadılık ve müderrislik gibi resmî görevlerde bulunmuş olmasına rağmen, Fetâvâ‘nın bir yerinde, “Rabbenâ âtina fi’d-dünyâ haseneten…” ayetini zikrettikten sonra birkaç beyitlik bir şiirine yer verir ve ardından şöyle der:
“Bu şiiri yazmamın sebebi şu: Bir an kendimi ve çocuklarımın halini düşündüm. Ben ki, kadılık görevinde 14 yılım geçti, buna rağmen onlara benden sonra geçimlerini temin edecek bir birikim bırakmış değilim. Daha önce de Mısır‘da ikamet ettiğim 17 yıl içinde onlara düzenli bir gelir sağlama imkânları elde ettim; ancak o zaman da bir şey bırakmadım. Dimaşk‘ta kadılık yapmış olan ve kendilerinden sonra gelen nesillerine bugüne kadar yetecek birikim sağlamış bulunan İbn Ebî Asrûn ve İbnu’z-Zekî ile Mısır‘da kadılık yapan ve evladına hiçbir şey bırakamayan İbn Dakîk el-İyd‘i düşündüm. Nefsim, hayatımda ve öldükten sonra çocuklarım için hayrı istiyor. Bunun için Allah Teala‘ya tevekkül ettim ve bana bulunduğu gibi onlara da fazl-u keremini nasip ettiği gibi onlara da etmesi için onları O’na havale ettim…”
Kimi özel sohbetlerde paylaştığım bir intibamı burada da nakledeyim: İnsanı saran ve kendisine bağlayan bir tarzı var baba es-Sübkî‘nin. Ancak yaşanınca hissedilen bir haz bu ve ancak birkaç alimde yaşayabildim ben bu hazzı…
es-Saymerî Menâkıb‘ında şöyle bir olay anlatır: İmam Ebû Hanîfe ilmî bir seyahat için Bağdat‘a gitmiştir. Kûfe‘deki talebeleri, aralarında çetin bir mesele takrir edip üzerinde uzun araştırmalar yapar ve döndüğünde İmam‘a bu meseleyi sormayı kararlaştırır. Kûfe dışında karşıladıkları İmam‘a, hoş-beşten sonra meseleyi arz ederler. İmam, “Bu meselenin cevabı şudur” der. Talebeleri itiraz eder ve aralarındaki konuşma şu minval üzere devam eder:
– Ya İmam! Bağdat size yaramamış. Biz bu meseleyi günlerdir aramızda konuşup tartışıyoruz. Vardığımız sonuç sizinki gibi değil.
– Öyleyse getirin delillerinizi.
Deliller zikredilir ve konuşma devam eder:
– Şu şu sebeplerden dolayı bu meselede sizin vardığınız sonuç yanlış, benim söylediğim doğrudur.
Bunun üzerine özür dileyerek “tamam” derler. Amam İmam meselenin peşini bırakmaz:
– Birisi size benim söylediğim cevabın yanlış, sizin söylediğinizin doğru olduğunu söylese ne dersiniz?
– Bu mümkün değil. Zira siz az önce meseleyi vuzuha kavuşturdunuz.
İmam, “Öyleyse dinleyin” der ve kendi cevabının delillerini çürütüp, onların delillerini takviye eder.
Bunun üzerine,
– Bize haksızlık etiniz demek ki. Biz bu cevabın doğru olduğunu zaten söylemiştik.
– Acele etmeyin. Şimdi size, benim cevabımın da, sizin cevabınızın da yanlış olduğunu, bu meselenin doğru cevabının bir üçüncü seçenek olduğunu söylersem ne dersiniz?
Bunun mümkün olmadığını söylediklerinde, önceki iki cevabın delillerini çürütüp, üçüncü cevabın delillerini takviye eder. Talebeler şaşkındır. “Ey İmam” derler, “doğrusu neyse bize söyleyin.” Bunun üzerine İmam Ebû Hanîfe, ilk cevabının doğru olduğunu ve diğer iki cevabın yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koyar.
Benzeri bir hadise Takiyyüddîn es-Sübkî hakkında, oğlu tarafından nakledilmiştir.
(Ancak gördüğünüz gibi bir sonraki yazıyı beklemek durumundayız.)
Milli Gazete – 18 Mart 2004