İbnu’l-Kayyım, “Ahkâmu Ehli’z-Zimme“de konuyla ilgili olarak 9 görüş zikreder ki, bunlardan ilk 5’inin ortak yanını, kadının tek taraflı olarak İslam‘a girmesi halinde nikâh bağının sona ereceği hükmü oluşturmaktadır. 6. görüş, kadının din değiştirmesi halinde evlilik bağının bitmeyeceği, ısrarla erkeğin de Müslüman olmasını beklemesi tarzındadır. (İbnu’l-Kayyım ve hocası İbn Teymiyye bu görüşü benimsemiştir.) 7. görüş, kadın oturduğu memleketi/şehri terk etmediği sürece evlilik bağının devam edeceği şeklindedir. Eşlerin arasını resmî yetkili bir merci ayırmadıkça bu evliliğin devam edeceğini söyleyenlerin görüşü 8., bu beraberliğin devam edeceğini, ancak erkeğin cinsel ilişkiden men edileceğini söyleyenlerin görüşü de 9. sırada zikredilmiştir.
Yusuf el-Karadâvî bu görüşlerden 7 ve 8. sıradakileri tercih etmekte ve tatbikini önermektedir.
Diyelim ki Yusuf el-Karadâvî‘nin yaptığı gibi bu 9 görüşten ikisini öne çıkardık ve “müfta bih” ilan ettik. Böylece mesele gerçekten çözülmüş olacak mıdır? Daha da önemlisi, Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Ali (r.a)’ye nisbet edilen –aşağıda değineceğim– görüşlerin gerçekten onlardan sadır olduğuna tereddütsüz inanabilir miyiz?
Bu sorulardan ilkinin cevabı gerçekten zor. Aile kurumunun gidişatı, toplumun ve yeni nesillerin geleceği konusunda endişeye mahal bulunmayan, İslam ahkâmının ve kültürünün hakim unsur olduğu bir tarih ve coğrafyada, diyelim ki 16. yüzyıl İstanbul‘unda komşumuz Hiram efendinin eşinin İslam‘ı seçmesi ne kendisi ne de çoluk çocuğu için problem oluşturmayabilirdi. Avrupa‘daki soydaşlarımızın üçüncü nesil çocuklarının çok büyük bir kısmının dinî ve kültürel bakımdan “haymatlos” durumunda bulunduğu, çocukları üzerindeki belirleyiciliklerini henüz tam anlamıyla kaybetmemiş olanların da bu tehlikeyi hep yanıbaşlarında hissettiğini bilmeyenimiz yok. Dolayısıyla İbn Teymiyye ile İbnu’l_Kayyım‘ın ya da el-Karadâvî‘nin tercihini fetvalaştırmanın hem teknik olarak uygunluğu, hem de Ümmet’e maliyeti konusunda daha “ayakları yere basan” değerlendirmeler yapmak durumundayız.
Esasen böyle bir fetvayı Hz. Ömer (r.a) ya da Hz. Ali (r.a)’ye dayandırmak zor görünüyor. Söz gelimi konu hakkında Hz. Ömer (r.a)’den nakledilenler arasında tearuz bulunduğu dikkat çekiyor. (Bu köşenin boyutlarını zorlamış olmamak için ayrıntıya giremiyorum.) Öte yandan Hz. Ali (r.a)’ye dayandırılan rivayetin senedinde bulunan Hammâd b. Seleme, yaşının ilerlediği dönemlerde hafızasının bozulduğu, üvey oğlu tarafından kitaplarına, aslında mevcut olmayan sokuşturmaların yapıldığı tesbit edilmiş bir ravidir.
Keza bu iki halifeden ve ez-Zührî‘den nakledilen rivayetlerin, onlardan istinbat edilen hükme delaletinde de problem var. Zira yazının başında 6, 7 ve 8. sırada zikrettiğim bu görüşler, aile kurumunun devamını şu veya bu şekilde sınırlandırdığı halde, “kadın İslam’ı seçtiğinde eşi gayrimüslim olarak kalmaya devam etse bile evlilik behemehal bakidir” tarzındaki görüşe dayanak yapılmıştır.
Özetlemeye çalıştığım bu manzara bir kere daha gösteriyor ki, hangi konuda olursa olsun, rivayetleri öncelikle senet tenkidine tabi tutmadığınız zaman “Kur’an’a uygunluk/aykırılık“, ya da maslahat/makasıd soslu çözüm önerileri problemin çözümüne çok fazla katkı sağlamıyor. Zira neyin Kur’an‘a uygun/aykırı olduğunun veya maslahat/makasıdın nerede bulunduğunun belirlenmesi başlı başına bin problem!. Üstelik hangi rivayetin istinbata elverişli olduğu ve hangisinin olmadığı sorusu temel olduğu halde bu toz-duman arasında kaybolup gidiyor.
Ve hüküm cümlesi: Bütün bunlar evliliği devam ederken Müslüman olan kadın hakkındadır. Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle ibtidaen, yeni bir evlilik kurmak üzere nikâhlanmasının adem-i cevazı (caiz olmadığı) konusunda ise icma vardır.
Milli Gazete – 29 Ağustos 2005