Bu başlık altında ele alınabilecek birden fazla yaklaşım vardır. Bunlardan birisine bir önceki yazıda değinmiştim. Temel vasfını “tekabbuh” diye nitelendirmenin yanlış olmayacağını düşündüğüm bu hareket, “mevcudu meşrulaştırma” güdüsüyle hareket etmekle maluldür ve Türkiye‘de başka, Mısır‘da başka ve daha başka yerlerde daha başka görüntülerle, söylemlerle, tarzlarla karşımıza çıkar…
Bir diğer yaklaşım ise daha “içeriden”dir ve diğerlerine göre daha fazla ciddiye alınmalıdır. Bazı Fıkhî hükümlerin miadını doldurduğu, Fıkh‘ın gereksiz detaylardan ve zorlaştırıcı hükümlerden arındırılması gerektiği… gibi düşüncelerde, dolayısıyla “yeni içtihad” talebinde ve “taklidin zemmi“nde bir önceki yazıda değindiğim grupla buluşan bu hareket, ayrıca şu hususlara yaptığı vurgularla dikkat çeker:
- Aslolan, “mezhepler öncesi” dönem, yani “Selef” dönemidir. Mezhepler de, diğer İslamî kurum ve anlayışlar da Selef dönemi esas alınarak ihya edilmelidir.
- Mezhepler değersiz ve gereksiz kurumlar değildir. Ancak tek mezhepe bağlılıkta ve mezheplerin vaz geçilmezliğinde ısrar etmek “mezhep taassubu“dur ve terk edilmelidir.
- Özellikle “makasıd/maslahat“, “örf“, “umumu’l-belva“… gibi kavramlar temel alınarak Fıkh‘ın birçok hükmü gözden geçirilmelidir.
- Mezhepler mutlaklaştırılmamalı, “Din” yerine konmamalıdır…
Bu tavrı benimseyenlerin, “yenilik” arayışı çabasında zaman zaman ölçüyü iyice kaçırıp, birinci gruptakilerle ilgi çekici bir benzerlik gösterdikleri görülmektedir. Recm ve irtidat konularında söyledikleri bunun en çarpıcı pratiğidir. Hz. Ömer (r.a)’in uygulamalarının sıklıkla gündeme getirilmesi de bu meyanda bilhassa zikredilmelidir. (Yusuf el-Karadavi‘nin, Hz. Ömer (r.a)’in atlardan zekât alma uygulaması başlattığını anlatan ifadeleri tipik bir örnektir. Bu konuda bkz. “İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi“, III, 73; “İslam Hukukunda Zekât“, I, 229 vd. Yeri gelmişken el-Karadavi‘nin, İbn Teymiyye‘ye ittibaen Cehennem‘in kâfir ve müşrikler için de ebedi olmadığı görüşünü benimsediğini bir not olarak eklemiş olalım.)
Örnek olarak zikrettiğim bu hususlar ve zikretmediğim benzerleri, kasdettiğim grubun eklektik ve seçmeci davranan bir yaklaşıma sahip olduğunu söylememizi mümkün kılıyor. Esasen bu durum garipsenmemeli. Zira İslam‘ı “asrın idrakine söyletme“k maksadıyla çıkılan yolda bu türlü arızaların yaşanması vakayi-i adiyedendir…
İlgi çekici olan bir diğer husus da, bu kategoriye girenlerin, “Selef“e vurgu yapmaları ve görüşlerini büyük ölçüde İbn Teymiyye ile İbnu’l-Kayyım‘dan refere etmeleri. Oysa onların, İbn Teymiyye‘yi ve İbnu’l-Kayyım‘ı bayraklaştıran “Selefîler“le herhangi bir bağlantısını kurmak hayli zor…
İbn Teymiyye–İbnu’l-Kayyım‘dan Efgani–Abduh–Reşid Rıza çizgisine, eş-Şevkânî ve el-Kınnevcî‘den Şah Veliyyullah‘a uzanan çok renkli ve çok parçalı bir yapıyı aksettiren bu yaklaşım hakkında da dünkü yazıda altını çizdiğim bir hususu tekrarlamak yanlış olmayacak: “Usul“süzlük!…
Milli Gazete – 13 Haziran 2005