İmam Ebî Hanîfe bugün yaşıyor olsaydı, kişinin, Arapça telaffuz ile herhangi bir problemi olmasa bile eğer isterse namazda Kur’an’ın başka dillerdeki meali ile namaz kılmasını tecviz eden fetvayı yine verir miydi? (Her ne kadar kaynaklar onun bu fetvadan döndüğünü ve bu konudaki son kavilinin diğer imamlarınkiyle aynı olduğunu yazıyor ise de, burada bizim için önemli olan bu değil.) Yahut ezanın neticede bir “duyuru” olduğunu, dolayısıyla duyanların ezan olduğunu anlamaları şartıyla Arapça dışında herhangi bir dille de okunabileceğini söyler miydi?
Günümüzde fetva verme konumunda olanların ya da kendilerini o konumda görenlerin karşı karşıya bulunduğu en önemli handikaplardan birini irdelemeye çalışacağım bugün. Geniş halk kitlelerinin, İslam’ı adı konmamış muhteşem bir bilinç yapısı ile kavrayıp içselleştirdiği, dinine-diyanetine, takvasına ve niyetine güvendiği ilim adamlarının, fetva verirken canlı bir ahiret endişesi ile hareket ettiğini bildiği; fetva verme sorumluluğunu üstlenmiş ilim adamlarının da, Allah’ın rızasına uygun olmadığına inandıkları bir fetvayı telaffuz etmektense ölümü yeğlediği dönemlerde bu türlü “mercuh” görüşler bile –sistemi etkilemek şöyle dursun– bir “zenginlik” teşkil edebilirdi. Bugün adına “kültür” dediğimiz Müslümanca hayat tasavvurunun sağladığı bilinç, müftüler farklı fetva verseler de, sığınabileceği ve sesine teslim olabileceği bir kalp sahibi kılınmış bireylerden oluşan toplumu inşa etmiş olmanın sağladığı özgüvende kristalleşmişti.
Bugün hadislere muhalefet bahis konusu olduğunda, İmam-ı A’zam gibi beşeriyetin yetiştirdiği en büyük dahilerden birisini bile tereddüt etmeden defterden silebilen o hassasiyetin çöplüğünde eşelenenlerin İslam’ın insan ve hayat tasavvurunu zedeleyen neticeler istihsal etmek için sergiledikleri çırpınışları seyretmek ne hazin!…
(İmam’ın bu türlü ithamlardan beri olduğunu belgeleyen bir dolu araştırmanın mevcudiyeti ve esasen bu yazının onu tebrie etmek gibi bir amaç taşımaması dolayısıyla burada bu nokta üzerinde durmuyorum. Bu köşenin okuyucuları, büyük ölçüde bakış açısı farklılığından ve yanlış bilgilenmeden kaynaklansa da, gayret-i diniyyenin nasıl herşeyin önüne geçtiğini anlatmaya matuf bu ifadeleri gereği gibi kavrayacaktır.)
Eğer Kur’an bize, yanımızda yaşlanan ebeveynimizi merhamet kanatlarıyla kuşatmamızı ve onlara “öf” bile demememizi emrediyorsa, buradan Müslüman bir toplumun çekirdek aile üzerine kurulamayacağı sonucunu çıkarmamızı istediğini keşfetmek aslî görevimizdir. Aynı durum faizin kökünü kazımaya yönelik nasslar ve daha pek çok spesifik konu için de söz konusudur.
Dolayısıyla kadınların örtünmesi, kamu görevi yapması, miras paylaşımındaki durumu ve şahitliği ile ilgili yığınla sorunun münferit cevaplarını bulmak için didinmek yerine, daha hayatî olan şu temel sorunun cevabına öncelik vermek zorundayız: Kur’an ve Sünnet kadınla erkek arasında kimi farklılıklar gözetmekle neyi hedeflemiştir? Dinin bu iki temel kaynağını ve onlar etrafında geliştirilmiş içtihadları tarihselliğe kurban etme bedavacılığı yerine, bize “problem” olarak takdim edilen bu düzenlemelerle nasıl bir hayat tasavvuru öngörüldüğünü araştırmayı tercih etmek daha Müslümanca değil midir? “Gelenekçiler”i niçin kadınlar arasından bir peygamber gönderilmediğini sorma, modern dünyada bile kadının işgal ettiği siyasî, idarî, ticarî, hukukî, askerî, ilmî, istihbarî… görevlerin erkeklere kıyasla nasıl bir yekün teşkil ettiğini araştırma ve hatta (İbrahim Paşalı kardeşimin isabetle dile getirdiği gibi) felsefenin anavatanı olan Batı dahil, bütün felsefe tarihi boyunca kaç filozof kadın yetiştiğini soruşturma zahmetinden kurtaracak olan da bu tasavvurun yeniden keşfidir…
Mayıs 2002 – Milli Gazete