Bu köşede ismini belki de en çok okuduğunuz alim Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumdur. Onu bilenler biliyor şüphesiz; ama bilmeyenlerin bir an önce onunla tanışması, bıraktığı muhalled eserlere hiç olmazsa aşinalık kesb etmesi bir zorunluluktur. Dünü bugüne bağlamak adına, dünü ve bugünü doğru okumak adına ve nihayet “istikameti doğrultmak” adına ondan öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki!..
Tıpkı İbn Teymiyye‘yi, İbnu’l-Kayyım‘ı, eş-Şevkânî‘yi, vb. olduğu gibi, el-Kevserî‘yi okumadan, “İslamî kesim”in okumuş-yazmışları arasında ayrı bir mevkii bulunan Şah Veliyullâh ed-Dihlevî‘yi de çok sağlıklı değerlendirebileceğimizi düşünmüyorum.
2002 yılının 14 ve 17 Eylül tarihlerinde bu köşede Şah Veliyyullâh ile ilgili olarak –Konya‘dan Muhammed Sâlih Ekinci hocanın bir çalışması dolayısıyla– özet halinde bazı değerlendirmeler yapmıştım. Bu yazıda, o iki yazıya “tetimme” kabilinden bazı noktalara değineceğim.
Ne yazık ki ülkemizde hemen sadece Hüccetullâhi’l-Bâliğa isimli eseriyle –bir de içtihad, taklid, telfik konularındaki İkdu’l-Cîd adlı risalesiyle– sınırlı olarak tanınan Şah Veliyyullâh‘ın çizgisi, el-Kevserî‘nin tesbitine göre Medine seyahati öncesi ile sonrasında farklılık arz eder. Bunda, Medine‘de kendisinden ders aldığı Ebû Tâhir Muhammed b. İbrahim el-Kûrânî‘nin babasının kitaplarının büyük rolü olmuştur. Zira o zat eserlerinde Haşeviyye (kuru nakilci rivayet ehli), İttihâdiyye (Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyenler), Felasife (Felsefeciler) ve Mütekellimun‘un (Kelamcılar) görüşlerini birleştirmeye çalışmıştır. Şah Veliyullâh da Hindistan‘a döndükten sonra böyle “eklektik” bir çizgi oluşturmaya çalışmıştır. Allah Teala‘nın çeşitli suretlerde tecelli ve çeşitli yerlerde zuhur edeceğini söylemesi bu çizginin bariz özelliklerinden biridir.[1]Bkz. Hüccetullâhi’l-Bâliğa, II, 85 vd. Yine el-Kevserî‘ye göre o, mütekaddimunun eserlerine ıttılaı az olan, özellikle de “rical” ve “ilimler ve mezhepler tarihi” konularına yeterince eğilmemiş birisi olarak içtihad, Fıkıh ve Hadis tarihi alanlarında “fazla cüretkâr”dır.[2]Bkz. A.g.e., I, 435 vd.
Eserleri pek faydalıdır; bilhassa Hadis ilimlerine hizmeti büyüktür. Ancak bu sahada metinlere vukufiyet ile yetinmiş, senede gerekli ağırlık ve önemi vermemiştir. Bunun yanında “alem-i misal” tasavvuru onun fikriyatında hayli ağırlıklı bir yer tutar. Birçok Ehl-i Tasavvuf‘ta da görülen bu tasavvur, muhtemelen Eflatun‘un “ide” fikrinin bir yansımasıdır. Böyle bir alem tasavvurunun ne naklî, ne de aklî bir temeli vardır.
Hanefî mezhebinin Usul’ünün müteahhirun tarafından tesbit ve tanzim edildiğini söylemesi de bir diğer ünlem işaretidir. Burada el-Kevserî merhum, yazma eserlere vukufiyetiyle İsa b. Ebân‘ın el-Hücecu’l-Kebîr ve el-Hücecu’s-Sağîr‘inden, Ebû Bekr er-Râzî‘nin –o zaman henüz basılmamış olan– el-Fusûl‘ünden, el-İtkânî‘nin eş-Şâmil‘inden ve Zâhiru’r-rivâye dediğimiz temel kitapların şerhlerinden bahseder ve bu eserlerde mezhebin Usul’üne müteallik alabildiğine çok meselenin zikredildiğini belirtir.
Alemin kıdemi (evrenin sonradan var olmayıp ezelî olduğu) görüşünü benimsemesi “ayın ikiye yarılması” mucizesinin, “görüntü”den ibaret olduğunu söylemesi de, münferit kaldığı tercih ve tesbitlerindendir ve bu gibi hususlarda onun arkasından gitmek doğru değildir…
İlim alemine gerçeğe en uygun Şah Veliyyullâh resminin takdimi için onun Hüccetullâhi’l-Bâliğa, İkdu’l-Cîd ve el-İnsâf gibi eserlerinin yanında –mesela– Füyûdu’l-Harameyn‘ine ve et-Tefhîmâtu’l-İlâhiyye‘sine de muttali olmak gerekir.
Söz gelimi aşağıdaki ikinci dipnotta belirttiğim yerde Ehl-i re’y‘in Hadis müktesebatının az olduğunu söylemesine rağmen, el-Kevserî merhumun naklettiğine göre Füyûdu’l-Harameyn‘de şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v) bana, Hanefî mezhebinin sistematik bir metoda sahip bulunduğunu, el-Buhârî ve akranı döneminde cem edilip ayıklanan Sünnet‘e en uygun mezhebin de yine Hanefî mezhebi olduğunu öğretti.”
Dedim ya, el-Kevserî merhumdan öğreneceğimiz çok şey var…
Milli Gazete – 13 Mayıs 2006