Ehl-İ Sünnet’in “Ortaya Çıkışı” ve Karakter Özellikleri-2

Ebubekir Sifil[dosya], 2006, Ehl-i Sünnet, Eylül 2006, Gazete Yazıları

Bir önceki yazıda kısaca dikkatlerinize arz etmeye çalıştığım hususlar dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in “sonradan/tepkisel olarak ortaya çıkmış bir fırka” olmadığını söylemek zorundayız. İlk oluşum kıvılcımları Cemel ve Sıffin vakalarında çakan, muhtelif iç ve dış gelişmelerin etkisiyle zaman içinde kitleselleşen birçok dinî/siyasî akım Hz. Peygamber (s.a.v)’den ve Sahabe’den intikal eden dinî duruştan şu veya bu ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havariç, Kaderiye, Şia… gibi fırkalarla mücadelelerini ilgili kaynaklarda müşahede edebiliyoruz. Bu durum açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan oluşumlar ana gövdeden kopmakta ve toplumu pek çok açıdan tehdit eder hale dönüşmektedir. Yani ortada çok yönlü bir “ayrılma/sapma” vardır ve ana gövdenin, bu “sonradan ortaya çıkan/bid’at” din telakkileri karşısında sessiz kalmaması son derece tabiidir.

Ana istikameti muhafaza eden çoğunluğun bu oluşumlar karşısında ilk anda ortaya koyduğu refleksif tepki, zaman içinde sistemli bir “direnme ve savunma” faaliyetine dönüşmüştür. İşte “Akide”nin “Kelam” formatında yeniden ifadesinin anlamı budur. Yoksa Müsteşrikler’in kurgusunu –çaktırmadan– yeniden ifade ederek “Ehl-i Sünnet” ana başlığı altında ortaya konan hususların başlangıçta var olmadığını, diğer fırkaların ortaya çıkmasıyla birlikte “toplumu bir arada tutmak, orta yolu tutturmak”… gibi saiklerle sonradan ortaya atıldığını ileri sürmek, Kelam Tarihi’ni şaşı okumanın ürünü olmaktan öte bir anlam ifade etmez.

Esasen Ehl-i Sünnet’in itikadî kabullerine diğer fırkalarla karşılaştırmalı olarak baktığımızda bu iki temel tesbitin (“toplumu bir arada tutmak ve orta yolu tutturmak”) çok da “işe yarar/anlamlı” şeyler olmadığını görürüz. (Detay için bkz. Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, III, 17 vd.)

Çağdaş bir çok çalışmada, mezkûr “ana gövde”yi ifade için kullanılan “Ehlu’s-Sünne”, “Ehlu’s-Sünne ve’l-Cemâ’a”, “Ehlu’s-Sünne ve’l-Hadîs/Eser”… gibi nitelemelerin, aynı şemsiye altında bulunan fakat birbirinden farklı tutum ve kabulleri olan birçok –tabir yerinde ise– “fraksiyon”u anlattığı vurgulanmaktadır ki, malumdur ve doğrudur. Başkaları bu doğrudan farklı sonuçlara varmak istese de, burada bizim için bu doğrunun ortaya koyduğu bir başka doğru söz konusudur:

Bu tabirler, ortaya çıkan bid’at akımların görüşleri karşısında ana gövdenin Selef’ten tevarüs ettiği duruşu ifade için kullanılmıştır ve tamamen spontane (kendiliğinden) bir durumu ifade eder. Bu bakımdan, “Ehl-i Sünnet’in kendisi gibi ismi de bir “alternatif arayışı”nın ürünüdür” tarzındaki uçuk tesbitlerin itibar edilecek yanı yoktur. Kelamî meseleler üzerine yazan-konuşan her alim, sapmanın ortaya çıktığı alanlarda ana gövdenin tutumunu belirtmek üzere kendisine uygun gelen tabiri kullanmıştır ve elbette bunda, meşrep ve ekol farklılığının bir rolü bulunduğunu söylemek de mümkündür.

Ancak bütün bu meşrep farklılıklarını ortak bir noktada buluşturan ve ortak bir potada eriten bir husus vardır ki, onun üzerinde müstakil olarak durmadan geçmek olmaz. O husus, bütün nitelemelerin “Sünnet” merkezli olmasıdır.

“Ehl-i Sünnet”e ana karakterini veren bu husus üzerinde bir sonraki yazıda duralım.

Devam edecek.

Milli Gazete – 10 Eylül 2006