Ümmet-i Muhammed’in “acil” gündemlerinin bulunması, “itikadda mezhebin ne?” sorusunu erteler mi? Ya da bu gündemlerle iştigal eden bir kimsenin itikadda herhangi bir mezhebin mensubu olmadığını söylemesi gerçekte neye tekabül eder?
Şurası açık ki, geçmişte Ehl-i Sünnet ile bid’at fırkalar arasında cereyan etmiş kelamî münakaşalarda gündemde olan hususların birçoğu günümüzde güncelliğini yitirmiş durumda. Kimse cevher, araz, cüz’-i la yetecezze… gibi konularla ilgilenmiyor.
Ancak bu, itikadın ve itikadî kabullerin güncelliğini, daha da önemlisi, “önemini” yitirdiği anlamına elbette gelmez. Zikrettiğim hususlar ve benzerleri, kelam sisteminin temelleri/öncülleri üzerine o dönemde tartışma gündeminde bina edilmiş meselelerdi. Bugün aynı temeller/öncüller varlığını devam ettiriyor; değişense, o öncüller üzerine bina edilen, edilmesi gereken meseleler.
Ehl-i Sünnet, “Sünnet”e bakışıyla diğerlerinden ayrılır. Bu en temel noktadır. Burada dikkat edilmesi gereken o ki, herkes bu nokta üzerinde görüş birliği ettiği halde, bunun pratik yansımaları hakkında çoğu kimse fikir sahibi olmadığı için, bu temel kabulün ayakları çoğu zaman yere basmıyor.
Oysa mesela Kur’an’ın herhangi bir ayetinin Sünnet verileri dikkat alınmadan tefsir edilmesi veya meallendirilmesi, aynı zamanda kişinin itikadî çizgisini ele veren bir göstergedir.
Hadisler ve hadis ravileri hakkındaki mülahazalar da bu noktanın uzantısı olarak kişinin itikadî çizgisinin tebellür etmesinde rol oynar. Bir kimse, herhangi bir makbul hadis hakkında veya sahabeden herhangi birisi konusunda küçümseyici bir tavır takınıyor, kendisini onları yargılayıcı/sorgulayıcı mevkide görüyorsa, Ehl-i Sünnet çizginin dışına düşmüş demektir.
Burada bir noktayı açıklığa kavuşturalım: “Delil olmaları”, “bilgi ifade etmeleri” noktasında hadislere burun kıvırmak başka şeydir, Usul-i Fıkıh sistemi doğrultusunda hadisler arasında tercihte bulunmak başka şeydir. Aynı şekilde Sahabe nesline karşı herhangi bir hassasiyet göstermemekle, tearuz esnasında sahabîlerin rivayetleri ve kabulleri arasında tercih yapmak da birbirine karıştırılmamalıdır…
Hadislerin dinde/itikadda delil olamayacağını söylemek, Kur’an’ı sırf kendi görüşüne veya günün revaçta olan telakkilerine uygun tarzda tefsir etmek, hatta amelde herhangi bir mezhebi taklid etmediği iddiasında bulunmak, Selef’e, ulemaya sulehaya burun kıvırarak bakmak Ehl-i Sünnet dışı tutumların tezahür ettiği başlıca alanlardır. Bir kimseden bunların sadır olduğunu müşahede ederseniz, tereddüt etmeden anlayın ve bilin ki o kimse Ehl-i Sünnet değildir. İstediği kadar bizimle aynı safta namaz kılsın, istediği kadar başörtüsüne özgürlük mücadelesi versin, istediği kadar “Gazze” desin…
“Başörtüsüne özgürlükten, Gazze’den, Ümmet’in problemlerinden daha önemli mi Ehl-i Sünnet olmak? Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyip de sırtüstü yatanlar yahut dünyevî mülahazalarla şu veya bu çevreyle aynı safta yer alanlar ne olacak?” diye sorulduğunu duyar gibiyim.
Hemen söyleyeyim: Tabii ki başörtüsü meselesi önemli, elbette Gazze ve kanayan diğer yaralarımız ötelenemez; ancak sırf bu meselelerle ilgileniyor diye bir kimsenin, –mesela– hadislerin Din’deki merkezî konumunu zayıflatmaya dönük gayretlerini yahut Sahabe nesli hakkındaki olumsuz tutum ve düşüncelerini görmezden gelmeye Din adına hakkımız var mıdır? Ümmet’in o hassas gündemlerinde, o kanayan yaralarının tedavisinde birlikte hareket etmek başka şeydir, Din tasavvurunu oluşturan temel unsurlarda gayr-i makbul tutumların benimsenmesi, hoş görülmesi daha başkadır. O hassas gündemleri öne sürüp, itikadî hassasiyeti “mezhepçilik” olarak takdim edenler, aslında kendi mezheplerinin propagandasını yapıyorlar. Bu nokta hakkında uyanık olmak gerekir.
Zaman zaman bu konuya döneceğiz kısmet olursa.
Milli Gazete – 2 Şubat 2009