Pazar günlerini tahsis ettiğimiz “Okuyucu Soruları” faslında iki hafta öncesinden cevaplandırmaya başladığım 3. Soru önemli bir problemi gündeme getirdi. Ehl-i Kıble’nin tekfiri meselesi hem gerçekten çetin ve çetrefilli, hem de gündemde “çok sorulanlar” arasında yer alıyor olması dolayısıyla detaylı olarak izah edilmek durumunda.
Bu çerçevede –son iki Pazar yazısına– gelen mailler, bu konunun bir gün önceden ele alınmasını gerektirdi.
Evvela İmam el-Gazzâlî’den yaptığım alıntının bu meselede baz alınacak çerçeveyi çizdiğini belirtelim. Bu çerçeve vakıaya da büyük ölçüde tetabuk ediyor.
Bu hüküm cümlesinin gerekçelerinden birisi, Ehl-i Sünnet Hadis ulemasının, Ehl-i bid’atın rivayetlerini reddetmediği vakıasıdır. Elbette Hadis imamları Ehl-i bid’atın rivayetlerini kabul ederken birtakım kıstaslar koymuştur. Bunları şöyle maddeleştirebiliriz:
- Söz konusu kişi, bid’atında aşırı gitmiş olmayacak.
- Bid’atnın propagandasını yapan birisi olmayacak.
Bu kayıtlar hem son derece anlamlıdır, hem de birbirini bütünlemektedir. Zira bid’atında aşırı gitmiş olan kimse, bunu inancının ve hayatının merkezine koymuştur. Bunun tabii bir uzantısı olarak, bid’atının propagandasını da yapacaktır. Bu da onun, bid’atını terviç etmek için yalan söyleyebileceğini, hatta hadis uydurabileceğini gösterir.
Dolayısıyla Ehl-i bid’ata mensup herhangi bir ravi bu ki meselede makul ve mutedil bir çizgide bulunuyorsa, sırf Ehl-i bid’ata mensubiyeti dolayısıyla rivayeti reddedilmez.
Bu mesenlin sadece Hadis Usulü’nü ilgilendirmediği açıktır. Rivayeti reddedilmeyen bid’atçının, bid’atı sebebiyle tekfir edilmeyen birisi olduğunu söylemeye hacet yoktur. Her bid’atçı tekfir edilseydi Hadis Usulü içinde böyle bir meselenin konuşulmasına bile gerek kalmazdı.
İkinci olarak Ehl-i bid’at kesimlerin Ümmet-i Muhammed’in bir parçası olarak yüzyıllar boyu varlığını devam ettirmiş olması hatırlanmalıdır. Ehl-i bid’at fırkalardan hangisine müntesip olursa olsun her bid’atçı tekfir edilseydi, bugün için böyle bir realiteden söz etmemiz mümkün olmazdı.
Bu iki noktayı bu şekilde hatırlattıktan sonra, tekfir meselesinde özellikle fırka lideri durumundaki kimselerin hedef alındığını da hatırlatalım. Burası, tekfir meselesinin ehl-i bid’at hakkında hiç işlemediğini söylemeyi imkân dışına çıkarmaktadır. Daha önemlisi, bu nokta, bir kimsenin bid’at bir görüşe sapmasından hareketle hemen tekfir edilmemesi gerektiğini göstermektedir.
Bir fikri veya inancı inat ve taassupla savunmak farklı şeydir, o fikir veya inancı, kendisine delil getirildikten sonra hakikati teslim edecek tarzda benimsemesi farklı şeydir.
Ulema bu sebeple, bir fikir veya inancın küfür olduğunu söylemekle, o fikir veya inancı benimseyen muayyen bir kimsenin kâfir olduğunu söylemenin birbirinden ayrı şeyler olduğunu hassasiyetle belirtmiştir.
Milli Gazete – 12 Temmuz 2008