Diyanet’in “İslam’a Giriş” Serisi-2

Ebubekir Sifil2009, Gazete Yazıları, Mart 2009

Diyanet’in neşrettiği İslam’a Giriş Serisi’nin “Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar” alt başlığını taşıyan cildinde Sünnet/Hadis konusunu işleyen yazıdan son bir alıntı:

“… Örneğin bir ilahiyatçı veya İslami ilimlerle uğraşan bir bilim adamı, Hz. Peygamber’in örnekliğinin doğru anlaşılması ve dinî uygulamalara kaynaklık eden sahih sünnetin tespiti ve değerlendirilmesi yolunda, geçmiş birikime ilaveten, Kur’an, Hz. Peygamber’in hayatı, akıl ve tarihî veriler ışığında ve modern bilimin sunduğu yeni imkânlarla zihinlerde tereddüt uyandıran rivayetlerin tahlil ve tenkidini yaparak Müslüman halka bu alanda sağlıklı bir zemin oluşturmalıdır.” (79)

Bu pasajdan iki şey anlaşılıyor:

  1. Bugünün insanının zihninde tereddütler uyandıran rivayetler –isterse sıhhati üzerinde geçmişte ittifak edilmiş olsun– tahlil ve tenkit edilerek dünyamızdan çıkarılmalıdır. Burada dikkat çeken husus, zihniyet oluşturması gereken ve geçmişte zihniyet oluşturmuş bulunan rivayetlerin dahi modern insanın zihin dünyası esas alınarak tahlil ve tenkit edilmesini telkin eden genellemedir. Oysa modern insanının İslam tasavvuru ile Kur’an ve Sünnet anlayışı esas kabul edilerek rivayetlerin buna göre değerlendirilmesi, Efendimiz (s.a.v)’in rehberliğine, O’na itaat ve ittibaya değil, olsa olsa O’na muhalefete götürür!
  2. “Geçmiş birikim” diye ifade edilen şey, Hz. Peygamber’in örnekliğinin doğru anlaşılması ve dinî uygulamalara kaynaklık eden sahih sünnetin tespit ve değerlendirilmesi için yeterli olmamıştır. Kur’an, Hz. Peygamber’in hayatı, akıl ve tarihî veriler ile modern bilimin sunduğu yeni imkânlar devreye sokulduğunda, geçmişte yapılana oranla daha “objektif” ve mütekâmil çalışmalar ortaya konulacaktır. Bu tesbit bir yönüyle, geçmişte yapılan çalışmaların, Kur’an, Hz. Peygamber’in hayatı, akıl ve tarihî veriler göz önüne alınmadan yapıldığı için, diğer yönüyle de, modern bilimin imkânlarından “mahrum” bulunduğu için eksik/yanlış olduğunu ima etmektedir. Her iki durumda da hakikat-i hale aykırılık arz eden bu tesbitin “yeni yaklaşım” olması dışında fazla bir özelliğe sahip bulunmadığını söylemek zorundayız…

Kader bahsinde şöyle deniyor: “Konuyu inceleyen her âlim, irade, kader, mesuliyet kavramlarını tek tek ele aldığı zaman, her biri için takındığı tavrı, diğer konuya geçtiğinde âdeta unutmuş, birincisinde kabullendiği prensipleri ve mantığı, ikincisinde rahatça terk edebilmiş, bu yüzden ortaya çıkan çelişkileri görmemiştir. Tipik örnek olarak Nureddîn es-Sâbûnî’nin Allah’ın sıfatlarını anlatırken kullandığı “Lâ vâsıtate beyne’l-cebri ve’l-ihtiyâr (Cebr ile ihtiyar arasında bir orta yol yoktur), daha yalın bir ifadeyle “ya cebr vardır ya da ihtiyâr, ortası yoktur” mantığını göstermek mümkündür. Bu düşünceyi ifade eden yazar, çok geçmeden kulun fiilleri, ihtiyâr, istitaat meselelerini izah ederken, rahatça cebr-i mutavassıt, tefviz-i mutavassıt gibi telifçi, orta yolcu düşünceleri de ele almakta tereddüt etmeyecektir. Benzeri örnekleri hemen her alimde görmek mümkündür.” (179-80)

İslam’a Giriş’in aynı cildinde yar alan “kader” bahsinin yazarı, Ehl-i Sünnet’in Akaid/Kelam kitaplarının tamamında yer alan “kader” inancının tutarsız, delilsiz ve yanlış anlamalara dayalı bir husus olduğunu isbat davasındadır ve davasına böyle bir girizgâhla zemin hazırlamaktadır. Zikrettiği es-Sâbûnî örneği ile yetinmesi elbette yeterli olmayacaktır. Kader inancını –bilinen şekliyle– ortadan kaldırıp, yerine yeni bir anlayış ikame edebilmek için Akaid/Kelam alimlerinin tamamını aynı zan ve töhmetin altına sokmak zorundadır! Okuyucuda “aldatılmışlık/kandırılmışlık” hissinin başka türlü uyandırılması mümkün olmayacaktır zira!

Evet, Mâturidiyye akaidinin önde gelen alimlerinden Nuruddîn es-Sâbûnî, dilimize de çevrilmiş bulunan el-Bidâye isimli eserinde (83), Allah Teala’nın, kadîm ve zatıyla kaim bir “irade” ile mürîd (dileyen, irade eden) olduğunu anlatmaktadır. Allah Teala’nın irade sıfatının, mef’ulatının belli bir miktar ve vakitte olmasını gerektirdiği görüşünün aklî delillerini zikrederken şöyle der: “Aklî delile gelince, muhdes varlıkların var oluş miktar ve vakitlerine bakıldığında, farklı bir miktarda ve var oluş zamanlarından daha önce veya sonra olmalarının Allah Teala’nın onları icad eden kudretine nisbetle aklen imkânsız (müstehil) olmadığı görülür. Eğer onların hususen o miktar ve vakitte var olmalarını gerektiren irade (i ilahiye) olmasaydı, onlar o hal üzere bulunmazdı. Çünkü onların o hal üzere olmasını gerektiren irade Allah Teala’nın zatında mevcut olmasaydı, Allah Teala alemi var etmeye mecbur olurdu. Zira cebr (mecbur olma) ile irade, ıztırar ile ihtiyar  arasında orta bir yol yoktur. (Bir şeyi yapmaya) mecbur olan varlık, aciz bir varlıktır.”

Burada Allah Teala’nın, kadîm ve zatıyla kaim bir irade ile mürîd olduğunu ortaya koymak için son derece tutarlı ve ilzam edici bir aklî delalete başvurulmuştur. Elbette Allah Teala için “kadîm ve zatıyla kaim bir irade ile” mürîd olup olmamak bakımından “orta bir yol” söz konusu olamaz.

Yazara göre, es-Sâbûnî’nin çelişkisi, ya Allah Teala için bir “cebr-i mütevassıt”ı veya insan için kadim ve zatıyla kaim bir kudreti söz konusu etmemesindedir!! Oysa Allah Teala’nın kudretini “mütevassıt” miktarda dahi olsa hangi kudret “cebr” altına alabilir, yahut hangi akıl insanda kadim ve zatıyla kaim bir kudret vehmedebilir?

İnsanda bir “cebr-i mütevassıt” yahut “tefviz-i mütevassıt” bulunması, bu iki kavramın Allah Teala hakkında tasavvur edilmesinin imkânsızlığıyla çelişmez! Yukarıdaki satırların yazarı bunun idrakinde olması gereken birisidir. Dolayısıyla burada açık bir “anlamama” problemi bulunmaktadır! (Yazarın yaşadığı başka anlama problemlerine örnekler için bkz. http://www.darulhikme.org.tr/?sf=haber&haberid=14)

Kaldı ki, es-Sâbûnî, yukarıdaki satırlardan ne önce ne de sonra –yazarın ileri sürdüğü tarzda– insanın istitaati, kudreti, kesbi… bağlamında ne “cebr-i mütevassıt”, ne de “tefviz-i mütevassıt” kavramlarını kullanmaktadır. Kaynakçada es-Sâbûnî’nin el-Bidâye’sini zikretmemesinden, söz konusu satırları kaleme alırken bu eseri kullanmadığı sonucuna varabileceğimiz yazarın, bütün bir Kelam sistemini ve alimlerini böyle pervasızca töhmet altında bırakan tavrı ilim adına tam anlamıyla “ürküntü verici”dir!

Devam edecek.

Not:

Rıhle’nin 4. sayısı çıktı. Kur’an Merkezli Söylemlerin Amacı Vahyi “Uygulamak” mı, “Uyarlamak” mı? başlığıyla meal merkezli Müslümanlık anlayışını mercek altına alan bu sayı üzerinde inşaallah müstakil olarak duracağım.

Milli Gazete – 2 Mart 2009