İsrail’in Gazze’ye son saldırısı üzerine “İslamî medya”da hayli yorum yapıldı, yapılıyor. Reelpolitik merkezli değerlendirmeler, itidal çağrıları, geleceğe ilişkin tesbitler…
Bu katilamın faturasını Hamas’a kesme tavrı, söz konusu yorumlar içinde en insafsız olanı. İsrail’in kuruluşunu, kuruluşundan bu yana izlediği politikaları, toprağını savunmaktan başka düşüncesi olmayan bir halkın çırpınışını ve gelinen noktaya nasıl gelindiğini dikkate almayan bu tavır, satır üstünde İsrail’e yönelik suçlamalarda bulunsa da, satır altında farklı mesajlar barındırıyor.
“Acaba direnmeselerdi daha mı kötü olurdu?” sorusu bu bağlamda Ümmet’in vicdanını en fazla inciten bir psikolojinin dışa vurumu. Sanki İstiklal Harbi bu topraklarda yapılmadı, sanki Çanakkale’yi geçilmez yapmak için gözünü kırpmadan ölüme koşan 250 bin şehid başka bir coğrafyanın kucağında yatıyor; sanki Siyonizm karşısında “teslim olarak” kazanmak gibi bir şans var ve sanki mü’min onuru böyle bir zilleti kabul edecek kadar aşınabilir!!
Bu soruyu sorduran psikoloji “direnme”nin ne kadar soylu ve ne kadar “müslümanca” bir eylem olduğunu unutmuş besbelli; fakat acaba Siyonizm’e dair ilkokul çocuklarının dahi bildiği gerçeklerden habersiz midir sahiden? Başka düşmanlara karşı direnilmese de olur demek istemiyorum elbette. İşgal ve aşağılama nereden/kimden gelirse gelsin, Müslüman direnmeyi tercih eder/etmelidir. Hz. Hüseyin (r.a)’de, Gazi Osman Paşa’da, Şeyh Şamil’de ve emsallerinde kristalleşen bir tarihin çocukları için, yenileceğini bile bile direnmenin nasıl bir ruh hali ile mümkün olduğunu başkalarından öğrenmek durumunda kalmaktan daha alçaltıcı ne olabilir?
Diyelim ki Hamas’ın İsrail’e karşı direnişi, sonucun yenilgi olduğunu bile bile kendisini ölüme atmaktan farklı bir tercih değil. Diyelim ki İsrail’i alt etmek ABD’yi alt etmekle mümkündür; ABD’yi alt etmekse mümkün değildir. Bu tarz pozitivist değerlendirmelerle “yenilme”yi “kaybetmek” sayanlar, “direnmektense, dilenmeli” diyor. Oysa “yenilmek”le “kaybetmek” arasındaki fark en az Uhud dağı kadardır. Uhud savaşında geri çekilen İslam ordusuna hitaben Ebû Süfyân şöyle demişti: “Neredesiniz? Gün Bedr’in intikamı günüdür. Bugün galibiyet nöbeti bizde.” Hz. Ömer (r.a)’in buna mukabelesi şöyle oldu: “Bizim ölülerimiz cennette, sizinkilerse cehennemde…” Yani yensek de kazanan biziz, yenilsek de!..
Direnmek her hal-u kârda kazanmak demektir; yenilgiyle sonuçlansa da kazanmak! “Dilenmek”se, zahiren “kazanmak” gibi görünse de, zillet ve meskenetten başkası değildir! Özgürlüğün “dilenerek” değil, “direnerek” elde edilebileceğini en iyi bilen bir geçmişin varisleri bu gerçeği nasıl unutabilir!
Özellikle İsrail’i var eden “arz-ı mev’ud” ideali hesaba katılmadan bu bağlamda yapılacak yorumların ayağı yere basmayacaktır. Filistin halkı ister dirensin, ister teslim olsun, İsrail arz-ı mev’ud sınırlarını elde edene kadar durmak niyetinde değildir.
Yeri gelmişken bir parantez açıp bu mesele üzerinde bir nebze durmakta fayda var. Arz-ı mev’ud, İslam tarihinin tahrifiyle kotarılmış bir ideolojidir ve bu haliyle öncelikle bizim ilgi alanımız içinde, bizim gündemimizde olmak gerekir. Biliyoruz ki insanlık tarihi, aynı zamanda Peygamberler tarihidir. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olduğuna inanmanın kaçınılmaz sonucudur bu. Dolayısıyla Hristiyanlık gibi Yahudilik de peygamber çağrısının/tebliğinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkmış dinler olarak, Peygamberlerin (hepsine selam olsun) ortak dini olan İslam’a kasteden tavırların vücut verdiği sistemlerdir.
Meseleyi böyle vaz ettiğimizde ulaşacağımız sonuç şudur: Evet İsrailoğulları’na Filistin toprağı vaat edilmişti, bu doğru. Ama hangi İsrailoğulları’na? Yahudi İsrailoğullarına değil şüphesiz. Hz. Musa (a.s)’ın tebliğini gönülden benimsemiş, yani İslam’ın Hz. Musa (a.s) tarafından tebliğ edilmiş versiyonuna iman etmiş mü’min İsrailoğulları’na! Yani gerçek anlamda “Musa Ümmeti”ne!
Her ne kadar bugünkü İsrailoğulları’na “Musevî” dense de, onların “Musa Ümmeti” olduğunu söylemek mümkün değildir. (Tıpkı bugükü Hristiyanların “İsa Ümmeti” olmadığı gibi.) Dolayısıyla Peygamberler silsilesinin son halkasının tabileri sıfatıyla bu kutlu silsilenin tamamına iman edenler olarak, onların, mü’min İsrailoğulları’na vaat edilmiş olan bu toprağa ilişkin taleplerinin bizim tarihimizin tahrifi üzerine inşa edilmiş bir ideoloji olduğunu unutmamak durumundayız. Bugün İsrail’de yaşayan İsrailoğulları’nın o topraklarla ilişkisi nasıl “dinî” bir mahiyet arz ediyorsa, bizim o topraklarla ilişkimiz de aynı şekilde dinî bir karakter taşıyor.
Onlar bundan yaklaşık 1900 yıl önce (Romalılar tarafından) kovuldukları o topraklar üzerinde kendilerini hak sahibi olarak görürken 1948’e kadar orada fiili hakimiyet tesis etmiş olan biz niçin oralara bu kadar yabancıyız?
Parantezi burada kapatıp konuya dönelim. Son Gazze işgalinde Hamas’ı, kendi siyasî hedefleri uğruna Gazze halkını kırdırmakla itham edenler acaba bugün Gazze halkının işgal öncesine oranla daha da arttığı görülen Hamas sempatisini ve desteğini nasıl izah ediyor?
Gazze halkı çok iyi biliyor ki, kendileri için onurlu bir şekilde direnmekten başka seçenek yok ve Hamas’ın yaptığı da bundan başka birşey değil. Filistin meselesi üzerine son Gazze işgali dolayımında yorum yapmayı tercih edenlerin gündeminde, yıllardır İsrail zindanlarında mahkûm konumunda türlü eziyetlere maruz kalan, nüfusunun büyük çoğunluğu sürgünde ya da kamplarda yaşamak zorunda bırakılan, acımasız bir ambargonun mengenesinde nefes almak için çırpınan ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan Filistin gerçeği nasıl yer bulur? İşgal altında geçen 60 yıl içinde kaç Filistinlinin hayatını kaybettiğini, kaçının yaralandığını, kaç çocuğun yetim, kaç kadının dul kaldığını kaç kişi hatırlıyor?…
Milli Gazete – 21 Şubat 2009