Mucize konusundaki yazıların ilkinin ardından e-posta adresime şöyle bir mesaj aldım: “İnsanlığın uzaya gittiği bir zamanda yaşıyoruz ve siz mucize “rivayetleri” ile iştigal ediyorsunuz. Kendinizi “rasyonel düşünme keyfinden” niçin mahrum ediyorsunuz?..”
Buraya aktardığımdan biraz daha uzun olan ifadeler içinde aklımda kalan bunlar oldu. Mesaj sahibi ile kişisel polemiğe girerek meseleyi “kapalı devre” işlemek istemediğimden, kendisine cevap yazmaktansa buraya taşımayı tercih ettim. Ancak dilerse yine de yazışabiliriz.
Hemen söyleyeyim ki, doğrusunu isterseniz “rasyonel düşünme keyfi” ifadesini kullanmakla rasyonalitenin temel mantığını yakalayıp yansıttığı için kendisini kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Evet rasyonalitenin bütün gücü, insanlara adı konulmamış bir “keyif” vermesinde yatıyor. Düşünün ki varlık, eşya, zaman, mekân… insanın ilgi alanına giren ne varsa hepsini siz tayin ediyor ve herşeyin hükmünü siz veriyorsunuz. Sizin “ak” dediğiniz ak, “kara” dediğiniz kara oluyor; siz “var” derseniz eşya vardır, “yok” derseniz yoktur…
Kendisinde böyle bir güç ve yetki vehmeden akıl, aslında sahibini şeytana kölelikten başka bir yola sevkediyor değildir. Üstelik bunu öyle küçük ayak oyunları ve öyle ucuz illüzyonlarla yapıyor ki, kişioğlu, “keyif verici” uyuşturuculardan daha tehikeli olan bu “epistemik hedonizm” dalgasından kendisini bir an sıyırabildiğinde aklı kendi sınırları ve yetki alanı içine kolayca çekebiliyor.
Söz gelimi “peygamberlerin mucize göstermesi neden imkânsızdır da, modern insanın “zamanda yolculuk” fantazisi “takdire şayan”dır?” tarzındaki bir soruya, hak etmediği ölçüde “yüceltilmiş” olmanın verdiği keyifle sarhoş olmuş hoyrat akıl burun kıvırabilir, ama “haddini bilen” akıl için son derece anlamlı bir sorudur bu.
Esasen tarih boyunca kendilerini, kenarında sarhoş naraları atarak dolandıkları ateş çukuruna düşmekten sakındırmak için çırpınan peygamberlerin, ikna için izhar ettiği mucizelere bile kendince “alay ederek” mukabelede bulunan ve “büyüdür” diyerek sıvışan akıl, olsa olsa bir “akl-ı kasır” olur. Düşünmez ki büyünün de “aklî” bir açıklaması yoktur…
“Akl-ı baliğ” ise, gücünün ve yetkisinin sınırlarının farkında olmanın verdiği ağırbaşlılık ile davranmayı elden bırakmaz. Kur’an ve Sünnet’in, aklın ontolojik faaliyetini, Allah’a götüren tefekkür ile sınırlı olarak zikre değer bulmuş olmasını yabana atmaz. Zira fakrındadır ki bundan sonrası ancak teslimiyet, iman ve itmi’nan ile yürünebilecek bir yoldur.
İşte Modernistler’in ayağının kaydığı nokta da tam burasıdır. Din’e rasyonalite penceresinden bakma illetinin kendilerini götürdüğü biricik noktanın “dini belirleme” küstahlığına soyunma olduğunu bilirler de, “keşke Peygamber bundan başka bir Kur’an getirseydi” diye için için kıvranırlar. Modern dünyaya açıklamakta güçlük çektikleri “baş ağrısı” hadisleri –uydurma sayarak– “halletmek” kolay da, iş Kur’an ayetlerine gelince “tarihsellik” masalına mı sığınsak, “hermenötik okuma”ya mı başvursak diyerek yalpalayıp dururlar.
Bu beyhude çabalara en güzel karşılık yine Kur’an’dadır:
“Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, “Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” derler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak bir şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb’ime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım.” De ki: “Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi…” (10/Yûnus, 15-6)
Mart 2002 – Milli Gazete