“Çağa ayak uydurma”nın varoluşsal bir zorunluluk olduğuna inananlar nezdinde “değişim“in mutlaklığı tartışma kabul etmez bir hakikattir!. Değil mi ki Mecelle de “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz” diyor?! Acaba “değişim“e bu ölçüde iman edenler “aleme rezil olmayalım” psikolojisi dışında bu imanı dayandırabilecek “hakiki” bir gerekçe bulabilmişler midir?
Peygamberlerin, ilahî hakikatleri tebliğ için gönderildikleri toplumların en bariz vasfını “değişime iman etmiş olmak” olarak tesbit etmek sanırım yanlış olmaz. Elbette herkesin (ya da çoğunluğun) “hakikat“i dışlayan kabulleri ile çatışma halinde olmak ve bunu “iman” seviyesinde sürdürmek en mükemmel şekliyle ancak peygamberlerde mevcut olan bir hususiyettir; ancak “Kim kendisini bir kavme benzetirse, onlardandır” buyuran Son Peygamber’in (salat ve selam O’na) bağlıları olarak bizlerde de bu tavırdan kırıntılar bulunması gerekmez mi?
Rahmetli Cemil Meriç’in Daniel de Foe‘den alıntıladığı şu tesbit, söylemek istediklerimi oldukça çarpıcı bir şekilde ifadelendiriyor: “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın, “benden başka herkes aldanıyor” demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
“Hakikat“e dokunmak tek başına insana asalet kazandıran bir ayrıcalıktır ve bu sebeple onu ivazsız garazsız müdafaa etmek, davranışların en soylusudur. Ateşini faydaperestliğin körüklediği nefsî heva gayyasında debelenişini, şeytanın “Hakikat karın doyurmuyor” iğvasıyla izah edenler için elbette bugünden yarına elde edecekleri menfaatler ön plandadır.
Kur’an, mü’min tavrını “Rabbimiz! Bizi inanmayanlara fitne kılma” (60/el-Mümtehine, 5) şeklinde verirken, inkârcıların inkârını artıracak bu zilleti imanla telif edebilir miyiz? Bizden öncekiler “hakikat“in ulaşmadığı köşe kalmasın düşüncesiyle “fetih” yolunda ömür tüketmişken bizler “diyalog süreci”nde bir gayrimüslime İslam‘ın tebliğ edilmesini lanetliyoruz!..
“Değişim“in istikametinin Batı‘ya doğru olması, mutlaklaştırılan şeyin aslında “Batılılaşmak” olduğunu gösteriyorken, yapılan işe “çağdaşlaşmak” demek neyi değiştirir? Üstelik olan, sadece “hakikatin zir-u zeber edilmesi” değil; hayatımızın biraz daha konforize edilmesi uğruna bu toplumu ayakta tutan manevî ve moral değerlerin tüketilmesine gönüllü olarak “evet” diyoruz. Arkasından “bize özgü” az gelişmişlik göstergeleri devreye giriyor.
“Gelişme” adına rıza gösterdiğimiz “değişim“, hayatımıza sadece kimlik değişimi olarak yansısa, bunu tutarlı bir izaha kavuşturmanın imkânından söz edebiliriz belki: Daha rahat bir hayata kavuşacaksak başka bir değerler sistemini benimsemekte bir sakınca yoktur diyebiliriz söz gelimi.
Haydi şimdilik bunu –yukarıda zikrettiğim hadis ve benzeri nasslar muktezasınca– “iman“la irtibatlandırmayalım ve –son derece tartışmalı bir tavır olsa da– diyelim ki bu bir kültür değişimi olarak Din‘i ilgilendirmez. Peki bu “macera”nın birey, aile ve toplum olarak bizi hangi noktalara getireceği konusunda herhangi bir muhasebe yapılıyor mu?
En canlı örnek Batı toplumlarının yaşamakta olduğu durumdur. Bilmem kaç dakikada bir meydana gelen intihar, soygun, tecavüz olayları, sapkın ilişkiler vs. vs. Batılı hayat tarzının diğer/gerçek yüzünü yansıtmıyor mu? Geçtiğimiz haftalarda Fransa‘da çıkarılan bir kanunla ilgili haberler medyaya yansıdı. Buna göre, yaşlı ana-babalarını sadece maddî olarak desteklemekle yetinip, onlara ilgi ve yakınlık göstermeyen aile bireylerinin bu davranışı cezaî müeyyide konusu olacakmış.
Bir hukukçu dostumun söylediğine göre yakın bir geçmişte bizim Yargıtay’ımız, yaşlı aile bireylerine şefkat, merhamet, ilgi ve yakınlık göstermemenin suç olmadığı doğrultusunda bir karar almış. (Bu sadece bir duyum. Doğruluğundan emin değilim.)
“Büyük aile“nin parçalanması ve “çekirdek aile” tipinin şu veya bu şekilde teşviki, yaşamakta olduğumuz “değişim“in tabii bir yansıması. “Bunun neresi kötü?” diye düşünebilecekler için çarpıcı bir tesbit aktararak yazıyı bitireyim:
Kore savaşı sırasında bir kısım Batılı devletlerin askerleri yanında bir miktar Türk askeri de Kuzey Kore‘nin eline esir düşer. Bir süre sonra bu esirler serbest kalır ve ülkelerine döner. Batılı askerler ülkelerine döndüklerinde psikolojik problemler yaşadıkları gözlenir. Bu ülkeler, konunun Türkiye boyutunu öğrenmek için uzmanlardan oluşan bir ekip kurarak ülkemize gönderirler. Esir kalmış askerlerimiz üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, hayata hemen adapte olduklarını ve herhangi bir psikolojik problem yaşamadıklarını hayretle müşahede ederler. Elbette sebebi teşhiste de geç kalmazlar: Büyük aile modelinin sağladığı dayanışma.
Yorumu siz yapın.
Milli Gazete – 13 Mart 2004