Demokrasiyi, kendi hesaplarınca işlediğinde yere göğe sığdıramayan bir kesimin, başkalarının işine yaramaya başladığında “zararlı” saydığının göstergesi, şu tesbitte kendisini açığa vuruyor: “Dağdaki çobanın oyuyla üniversitedeki profesörün oyu eşit olmamalı.”
Burada göze çarpan, sadece bir yandan köyünün milletin efendisi olduğunu söylerken, diğer yandan köylüyü/halkı küçümseyen, halkın değerlerine burun kıvıran bir ruh hali değil; aynı zamanda bu tesbitten, derin bir samimiyetsizlik de sızıyor. Bu, inandıklarını söyledikleri demokrasiye, aslında sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece sahip çıkacaklarını ele veren bir durum.
Her şeyin alt-üst olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Demokrasi havariliğine soyunanlar aslında “profesörün oyuyla çobanın oyu eşit tutulamaz” demekle bir nevi “aristokrasi”yi, dolayısıyla “oligarşi”yi savunmuş oluyor. Bunun bir adım ötede “monarşi”ye dönüşmesi işten bile değildir! Tek parti yönetiminin temel mantığı da bundan başkası değildi.
Buna mukabil, mesela “muhafazakârlık” adına Osmanlı’yı sahiplenenlerin demokrasi ile yatıp demokrasi ile kalkması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir paradoksu işaret ediyor. Zira Osmanlı yönetimini demokrasi ile bağdaştırabilmek, ancak aklı yele vermekle mümkün!
Burada bütün bunlardan daha önemli bir husus var: “Dağdaki çobanın oyuyla üniversitedeki profesörün oyu eşit olmamalı” diyenler aslında farkında olmadan şu küllî gerçeğe hizmet ediyor: Varlığa hakim olan yasa “eşitlik” değildir! Bu, modern insanın kendisini, binbir teville inanmaya zorladığı bir masaldır!
Evet, varlığa hakim olan yasa “eşitlik” esasında değil, ama “adalet” esasında işler. Adalet de her şeyin yerli yerinde olması, “şey”lerin olmaları gereken yere konmasıdır. Şu halde haklar ve sorumluluklar bağlamında her insana hak ettiği ve altından kalkabileceği kadarının tevdi edilmesi gereklidir. (Seçme ve seçilme hakkına kâğıt üzerinde herkes sahip olduğu halde, istisnai durumlar dışında çobanların yönetici olduğu görülmüş değildir.)
Toplum idaresi söz konusu olduğunda İslam, “şura” ve “ehlu’l-hall ve’l-akd” kurumlarını öngörür. İlginçtir, her iki kurum da –moda tabiriyle” “seçkinler” tarafından oluşturulmak durumundadır. Hemen her alanda devrede olduğu görülen “havass-avam” ayrımı burada “kaçınılmaz olarak” işler durumdadır.
Ne “şura”yı, ne de “ehlu’l-hall ve’l-akd”i “avam” denen kesimden oluşturabilirsiniz. Bu aklen de, adeten de mümkün değildir. Bunların “havass”a dahil seçkin isimlerden teşekkül ettirilmesi eşyanın tabiatı icabıdır.
Ancak burada bir noktayı açıklığa kavuşturmak elzemdir: Zikredilen “havass” ve “avam”ın karakter özelliği nedir? Bu ayrım neye göre yapılır?
Şüphesiz burada kişinin yaşadığı ortam, giydiği elbise, konuşma biçimi ya da benzeri göstergelerin hiçbir önemi yoktur. Kişinin “havass”dan olmasını tayin eden başlıca iki gösterge vardır: Ya “bilgin/alim” olmak, ya da “bilge/arif” olmak. (Burada “alim” ve “arif” kelimelerini muvakkaten “bilgin” ve “bilge”nin eşanlamlısı olarak kullanıyorum.)
Bir örnek vermek gerekirse, İmam eş-Şa’rânî buradaki “bilgin/alim” kişiyi, şeyhi Ali el-Havvâs ise “bilge/arif” kişiyi temsil etmektedir. Birisi ünlü bir alimken, diğeri okuma-yazması olmayan biridir. Ama ikincisi, ilkinin hocası, şeyhi ve rehberidir.
Şu halde şayet “havass”a dahil ise dağdaki çobanın dahi yönetici olması İslam’a göre mümkündür; zira o “alim” olmasa da “arif”dir.
Bazı okuyucuların, “Bu durum, “profesör-çoban” ayrımının bir başka şekilde ifade edilmesinden başka ne anlama gelir?” dediğini duyar gibiyim. Kafaların karıştığı yer tam da burası. Modern bir kısım değer yargılarıyla yakın düşmemek için doğru olana yaklaşmayı tehlikeli bulma tavrıdır bu. Oysa “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı”nı söyleyen bir Kitab’ın mü’minleri olduğumuzu söyleriz değil mi?
Milli Gazete – 19 Mayıs 2008