Türkiye’nin Batılılaşma macerası “her şeye rağmen” devam ediyor. “Değiştirilmesi teklif dahi edilmeyecek” bu tercihin bize maliyeti üzerinde hakkı verilmiş bir muhakeme yapabilmek için fotoğrafı bir bütün olarak görmek zorundayız. Oysa tekil hadiselerle o kadar haşır-neşir durumdayız ki!..
Gündem adına içeride ve dışarıda ol-uşturul-anlarla bu derece yoğun bir şekilde meşgul, yani “işgal edilmiş” olmamız, kendi varoluş alanlarımızla ve imkânlarımızla aramıza koyduğumuz mesafe sebebiyledir. Olup bitenleri sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutacak mekanizmalardan –ki bireyi ve toplumu “kendisi” kılan onlardır– mahrum bulunuşumuz dolayısıyla, anlık olaylara anlık tepkiler vermekle yetiniyoruz. Hafızasızlık mı, miyopluk mu, “akıl tutulması” mı?..
Türkiye’nin Batılılaşma macerasında Avrupa Birliği üyeliği girişimi, şüphesiz en önemli dönemeçlerden birini oluşturuyor. Şimdi “Avrupa değerleri” diye bir şey var ve bizim Avrupalı olmayı becerip beceremeyeceğimiz, bu değerlere intibakımızla, daha doğrusu bu değerleri özümseme, hazmetme dolayısıyla dönüşme ve “teslim olma” kabiliyetimizle ölçülüyor. Sadece “insan hakları” ve “ifade özgürlüğü” şemsiyesi altında Türkiye aleyhine faaliyet gösterenlere serbestiyet tanınmasının getirdiği “zillet” değil söz konusu olan; işbu “teslim olma” kabiliyeti, manevî ve kültürel değerlerimizden vatan toprağına kadar sahip olduğumuz, bizi biz yapan ne varsa tamamının “beyaz adam”ın belirlemesine terk edilmesini anlatıyor.
İyi ama bugün bizi “kırk katır mı, kırk satır mı” gerilimine sürükledikleri için kendilerine ateş püskürdüğümüz “Batılı dostlarımız”ı, dün denecek kadar yakın bir geçmişte işgal ettikleri Anadolu topraklarından canımızı dişimize takarak kovduğumuzu unutan biz değil miyiz?
Bugün bize “evrensel değerler” olarak dayatılan, ezberletilen hususların bizimle bir ilişkisi varsa eğer, o da bize onları dayatanların ve ezberletenlerin beklentilerine uygun kıvama gelişimizi temin edip etmedikleriyle sınırlı bir çerçevededir. Artık anlamak zorundayız, Batı’nın bu “değerler”i hayata geçirirken kendi içinde farklı, bize (Üçüncü Dünya’ya, İslam Dünyası’na, Müslümanlar’a) karşı farklı davranmasını “ikiyüzlülük”, “çifte standart”… gibi tabirlerle ifade etmek sağlıklı bir okumanın sonucu değildir. Zira o “değerler”in Müslümanlar tarafından benimsenmesi ancak fıtrî değerler konusunda köklü bir “redd-i miras” tavrı ile mümkün olmuştur. Temel karakteri “yeryüzünde fesat çıkarmak” olan bir dünyanın, ifsadın çağdaş versiyonunu “evrensel değerler” olarak dayatması ve bizim de bunu kabule amade olmamız ile, bugün “çifte standart” olarak ifade ettiğimiz durumların yaşanması arasında sadece basit bir sebep-sonuç ilişkisi vardır, o kadar! Eski ulema yaşasaydı, üstüne ciltlerce kitap yazdığımız bu durumu “şerre rıza şerdir” diye özetleyip geçiverirdi…
Dün İsrail’i destekleyen firmaların ürünlerini boykot ettik, Coca Cola’nın haram olduğu fetvasını verdik. Bugün Fransız mallarını boykot etmeye hazırlanıyoruz. Batı istikametinde azm-u cezm-u kasd-u musammem ile yürümeye devam ederken yarın Almanya’nın, öbür gün İtalya’nın, İspanya’nın ve diğerlerinin alacağı moral bozucu, küçük düşürücü, rencide edici kararlar söz konusu olduğunda onların mallarını da boykot edecek miyiz? “Evet”se, kendi değerleri ile var olma iradesi dumura uğratılmış bir toplum olarak bütün kurallarını, kurumlarını ve işleyişini Batı’nın tayin ettiği bir dünyada hayatımızı nasıl idame ettireceğimiz sorusunun sahici bir cevabını verebilecek durumda mıyız?
Meselenin bir “temel tercih” meselesi olduğunu ve bizim “yeni bir dünya”ya mecbur olduğumuzu görmek için daha ne kadar aşağılanmamız gerekiyor?..
Milli Gazete – 14 Ekim 2006