Geçtiğimiz ayın 9, 10 ve 15’inde bu köşede, kendisini “Hatem-i Evliya” ilan eden bir zatla ilgili üç yazı okudunuz. Hatem-i Evliya meselesiyle hiç alakası olmadığı halde bu “zat-ı muhterem”in, Ka’b el-Ahbâr’ın bir sözünde geçen “siyah bayraklılar”ın başındaki “ayağı sakat adam” olduğu iddiası üzerine, Ka’b el-Ahbâr’ın bu sözü üzerinde durmuştum. Dikkat çekmeye çalıştığım noktalar kısaca şunlardı:
- Hatem-i Evliya meselesi ile Ka’b el-Ahbâr’ın “siyah bayraklılar” ve başlarındaki topal kişiden bahseden sözü arasında herhangi bir ilişki yoktur.
- Bahse konu “siyah bayraklılar” rivayeti Hz. Peygamber (s.a.v)’in mübarek ağzından çıkmış bir söz (yani “hadis-i şerif”) değil; Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür. Dolayısıyla bu sözü “Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki…” diyerek nakletmek son derece büyük bir yanlıştır.
- Ka’b el-Ahbâr’a isnad edilen bu sözün ona ait olduğu da şüphelidir. Zira senedinde inkıta (kesinti) vardır.
Bu yazıların ardından, muhatap kitlenin “Allah razı olsun; Efendimiz (s.a.v)’e ait olmayan bir sözü O’na ait gösterme hatasını işlediğimizi ortaya koydun. Biz de bundan rücu ediyoruz” demesini beklemiyordum elbette. Ama “hazımsızlığın” “cinnet”e dönüşebileceğini tahmin edemediğimi de itiraf etmeliyim.
Hakikat dergisinin bu ayki sayısında bana “cevap verme” sancısıyla kıvranan bedbaht, sadece cehaletine ayna tutmamış, aynı zamanda kendilerine hatırlattığım gerçeğe bile bile ve inatla arka çevirerek kendi kalbine kendisi mühür vurmuş.
Bu bedbaht eğer bana cevap yetiştirme işine “zat-ı muhterem” tarafından memur edilmişse, doğrusu çok kötü bir seçim! İnsan, “alimi böyleyse cahili nasıl olur?!” diye düşünmeden edemiyor! Öyle değil de, bu işe kendiliğinden soyunmuşsa, kendisine söyleyebileceğim şey: Eğer nasibin varsa, Ebubekir Sifil’in yazdıklarını kendini mahkûm ettiğin bataklıkta debelenmekten kurtulmaya vesile olarak değerlendir ve git biraz mürekkep yala…
Eğer gerçek ortada gün gibi aşikâr bir vaziyette duruyorsa ve bunu birisi öyle ya da böyle dile getirmiş, hatırlatmışsa, “ehl-i irfan”a düşen odur ki, “yanılmışız; rücu ediyoruz” demekten imtina etmesin ve bunu, Allah’ın huzurunda ve Resulü’nün karşısında mahcup duruma düşmeye tercih etsin.
Ayet ve hadislere getirdiği sübjektif yorumunu, şeytanının iğvasıyla “Allah’ın ve Resulü’nün emri” sanan ve böylelikle neredeyse kendisi dışındaki herkesi Allah’a ve Resulü’ne karşı gelmekle, şirke düşmekle, kâfir olmakla itham eden bu zavallılığa “Tasavvufî irfan” dememiz mümkün mü Allah aşkına? Tarih içinde böyle bir Tasavvufî oluşuma rastlayanınız var mı?
Tasavvuf’un kuşatıcı, kucaklayıcı tavrı ile bu kitlenin marjinal tavrı birbiriyle uzlaştırılabilir mi? Bu tavır olsa olsa tarih içindeki oluşumlardan Haricilikle, günümüzdeki yapılanmalardan da et-Tekfir ve’l-Hicre ile örtüşür ki, bu iki hareketin ve benzerlerinin Tasavvufî duruşla uzaktan yakından alakası yoktur.
Dolayısıyla Tasavvuf adına hareket eden, ama Tasavvuf’a asla mal edilemeyecek davranışlarıyla Tasavvuf’a da leke sürebilecek olan bir oluşumla karşı karşıya bulunuyoruz.
Devam edecek.
Milli Gazete – 5 Ağustos 2006