Birlikte Yaşamak ve “Bir Olmak”

Ebubekir Sifil2008, Gazete Yazıları, Temmuz 2008

İslam’ın diğer din ve inanç sistemleriyle fazlaca ayrışmadığını, ortak yönlerin hayli fazla olduğunu ispatlamak, modernist Müslümanların en fazla hassasiyet gösterdiği konulardan birisi olmuştur hep. Müslümanlar’la gayrimüslimlerin yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış bulunmasını, İslam’ın engin bir hoşgörü anlayışına sahip olduğu tezine dayanak yapan modernistlerimiz, bu anlamda İslam’ın “çoğulcu” ve “kapsayıcı” olduğunu söylemekten ayrı bir haz alır.

Yukarıdaki son cümlede tırnak içinde verdiğim iki kelime aslında iki “kavram”dır ve bilincimize modern zamanlarda musallat olmuştur. Biz farkında olalım ya da olmayalım, modern dönemde bilincimiz, yüklendiği olumlu çağrışımlar sebebiyle zıddını otomatik olarak mahkûm eden bu ve benzeri kavramlar vasıtasıyla bulandırılıyor.

Söz gelimi İslam’ın “çoğulcu” ve “kapsayıcı” bir din olmadığını söylediğiniz zaman, “İslam tekilci (kendinden başkasını kabul etmeyen) ve diğer din ve inanç sistemlerini dışlayıcı bir dindir” demiş oluyorsunuz. Dışlayıcılık ve “benmerkezcilik” ne kadar olumsuz çağrışımlar yapan kelimeler değil mi?!

Oysa hakikatin yalanla, hakkın batılla karıştırılması kadar büyük bir cürüm var mıdır? İstedikleri kadar mürekkep yalamış olsunlar, hak ve hakikati böyle bir anlayışa kurban edenler, gerçekte hak ve hakikat nedir bilmeyenlerdir…

Müslümanlar’ın geçmişte farklı din ve inanç sistemlerinin müntesipleriyle bir arada yaşadığı doğrudur. Ancak işbu “birlikte yaşama”nın mahiyetine baktığımız zaman meselenin öyle “yok aslında birbirimizden farkımız” tarzı söylemlerle çarpıtılamayacak kadar önemli temellere oturduğunu görürüz.

Söz gelimi Müslümanlar’ın diğerleriyle “birlikte” yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle “bir arada” yaşamamak Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanlar’ın değişmez uygulaması olmuştur. Her şeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanlar’ın dinî kimlik ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Özellikle “şiar” özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir “karışma”ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, “kendileri olarak” var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle…

Gayrimüslimlerle “kaynaşma” anlamına gelebilecek her türlü hareket ve uygulama İslam’ın şiddetle men ettiği bir “münker”dir ve Müslümanlar, gayrimüslimlere benzememe konusunda Efendimiz (s.a.v) tarafından hassasiyetle ikaz edilmiştir. Bu anlamda birçok hadisin varit olduğunu biliyoruz. Bu sebeple İslam’ın, gayrimüslimleri “asimile etmek” gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Aslolan ayrışmadır ve herkesin kendi değerlerini yaşamasıdır.

Ancak bütün bunların bilhassa dinle ve dinin belirlediği alanlarla ilgili olduğunun da altını çizelim. Sosyal hayatta, ticarette ve sair alanlarda Müslümanlarla gayrimüslimler elbette “küs” ya da “düşmanca” yaşamamıştır. İslam devletine cizye vergisi ödeyerek “vatandaş” olma statüsü ede eden gayrimüslimler, vatandaşlığın getirdiği her türlü haktan sonuna kadar istifade etmiştir…

Bugünkü ise İslam’ın hakimiyeti temelinde oluşmuş bir durum değildir. Batılılaşma projesi (artık “Avrupa Birliği hedefi”) Müslümanlar’ın mümkün olduğunca Batılı gayrimüslimlere benzemesi, değerler, kavramlar, hayat tarzı ve davranış biçimi olarak Batılı gayrimüslimleri örnek alması, onlar gibi olması esasına dayanmaktadır. Adına “küreselleşme” denen şey de Batı’nın kurduğu sistemle entegre olmaktan başka bir şey değildir.

İslam hiçbir zaman “dayatıcı” olmamıştır; ama Batı dayatıyor: “Ya benim istediğim gibi olursun ya da yok olursun!” Biz de kitlelere, Batı’nın istediği/dayattığı gibi olmayı “İslam’ın gereği” diye takdim ediyor, hatta müslümanlığımızı bunun üzerine bina ediyoruz!!..

Milli Gazete – 21 Temmuz 2008