Siz bu satırları okurken ben muhtemelen Türkiye’ye dönmüş olacağım. Üç günlüğüne geldiğim Berlin’de (9-11 Nisan arası) dolu dolu programlar yaptık. Milli Görüş teşkilatının buradaki şube yöneticileriyle, eğitimcilerle, her seviyeden öğrencilerle her güne 3 program sığdıracak şekilde beraber olduk. Biraz sıkışık da olsa her programda, özelde buradaki, genelde Türkiye’deki ve İslam coğrafyasındaki meselelerimizi ele aldık, gelişmeleri değerlendirdik, çözüm yollarını müzakere ettik.
Türkiye’de yaşadığımız hadiselerin, daha genelde İslam dünyasındaki fikrî ve kitlesel oluşumların birebir buralara da yansıması kaçınılmaz bir sonuç. Kimi noktalarda “buraların şartları farklı” değerlendirmesine şahit olsak da, sözünü ettiğim oluşumların maket görüntülerinin buralarda da arz-ı endam ediyor olduğunu görmek şaşırtmıyor değil. Buranın şartları farklı olduğuna göre Türkiye’deki ya da İslam dünyasındaki oluşumların buralara yansımasının da farklı olması, hatta buralardaki oluşumların daha farklı mahiyet ve muhtevalarda bulunması gerekmiyor mu diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz.
İlk defa yaklaşık 10 yıl önce gelmiştim Berlin’e. O günden bu güne değişmeyen simalar, o simalardan yansıyan samimiyet ve ihlas, yeni yetişen nesil, nöbet değişimleri…
Batı’da şehirler bizdeki gibi çok kolay kimlik değiştirmiyor. Türkiye’de herhangi bir şehre 10 sene sonra gittiğinizde neredeyse tanıyamıyorsunuz. Binaları, sokakları, hatta yerine göre ana caddeleri bile değişmiş buluyorsunuz. Buralardaysa şehirlerin oturmuş bir silüeti var ve o kolay kolay değişmiyor.
İlk defa geldiğim günlere kıyasla buradaki insanımızın ahvalinde değişen birçok şey olmuş, fakat –en azından uğraştıkları problemler bağlamında– değişmeyen şeylerin daha fazla olduğunu, o günlerden bugünlere sarkan gündemlerden kolayca anlamak mümkün. Avrupa’da nereye giderseniz gidin, insanımızın gündemi neredeyse aynı. Yaşadıkları ülkelerde daha fazla hak elde etmek, yer yer maruz kaldıkları haksız/kanunsuz muamelelerle mücadele etmek, kimliğin muhafazası, gelecek endişesi vs…
Eğitim meselesine daha fazla önem verdiklerini görmek sevindirici. 10 yıl öncesine göre çok daha fazla sayıda üniversite öğrencisi var mesela. Belin’deki İslamî İlimler okulunun öğrenci adedi çok çok artmış. Okul öncesi dönemden üniversite sonuna kadar her yaş grubundaki öğrencinin ihtiyacını karşılayacak bir yapılanmaya gitmişler. Bunlar, buradaki insanımız açısından kayda değer gelişmeler.
Ancak sıra Türkiye’den ve İslam dünyasının değişik yerlerinden buraya gelmiş Müslümanların tamamını ilgilendiren meselelere geldiğinde görüntü değişiyor. Belli çatı kuruluşları bünyesinde şeklen bir araya gelmiş olsalar da, her meselede ortak hareket etme irade ve becerisini gösteremedikleri bir gerçek. Zira her yapı, kendi memleketinden getirdiği aidiyetleri sıkı sıkıya muhafaza etmeye kararlı.
Tam da bu sebeple Avrupa’daki Müslüman nüfusun orijinal açılımlar yapmasını beklemek –en azından şimdilik– hayal gibi görünüyor. Bir kimliği terk edip bir başka kimliği benimsemek ve onun gereklerini yerine getirmek ve bunu yaparken de “yabancılaşma” yaşamamak belki de hayatın en zor işi. Özellikle de hep müdafaada kalan, hep maruz kalan konumundaysanız… Bu yüzden olsa gerek, benim görebildiğim o ki, her ne kadar buralarda kalıcı olma kararı vermiş iseler de hala yüzleri “sıla”ya dönük. Anavatan’daki her gelişme hala onları çok yakında ilgilendiriyor. Yine bu yüzden olsa gerek, burada kalıcı olma kararı vermiş olanlara “halinden memnun musun” diye sorsanız, çoğunluğundan olumsuz cevap alırsınız….
Bu süreç onları ve bizi nereye götürür, Allah bilir. Sosyal hadiseler hemen sonuç vermez; yavaş gelişir. Batı’da azınlık durumunda Müslüman nüfusun encamı hakkında bugünden yarına kesin şeyler söylemek bu bakımdan mümkün ve doğru değil. Her şeye rağmen şu bir hakikat: Buralarda kalıcı olmaya karar vermek kolay değil. Böyle zorlu bir süreçten geçmiş olan insanımızın, daha başka “zor” kararlar da verebileceğini söylemek abartı olmasa gerek…
Milli Gazete – 12 Nisan 2010