Bediüzzaman Hakkında-3

Ebubekir Sifil2006, Gazete Yazıları, Mart 2006, Mart Ayı 2006 OS, Şahıslar, Said Nursi

Bediüzzaman merhumun vefat tarihi, daha önce birkaç alimden naklettiğim “müceddit” tarifi esas alındığında bizi problemli bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Zira hicrî 1379 (miladi 1960) tarihi bir yüzyılın ne bitimi, ne de başlangıcı olarak itibara alınmaya elverişli.

Ancak burada bir başka mesele daha var. Eğer vefat tarihi yüzyılın bitiminden hemen sonraya denk gelmediği için Bediüzzaman merhumun –mezkûr tarif doğrultusunda– mücedditler arasında sayılamayacağını söylemek doğruysa, aynı durum, daha önce ulema tarafından müceddit olarak zikredilen pek çok isim için de söz konusu olacaktır.

Mesela İmam el-Eş’arî bunlardan birisidir. Bilindiği gibi İmam el-Eş’arî’nin vefat tarihi h. 330 (m. 941)’dur. Yani yeni bir yüzyıl başlamış, aradan 30 yıl geçmiştir. Bu durum “müceddit”in tarifinde geçen “bir yüzyıl bittiğinde hayatta ve parmakla gösterilecek kadar meşhur olma” kriterine ne kadar uymaktadır? Aynı durum İmam-ı Rabbanî için de bahis konusudur. Onun vefat tarihi h. 1034 (m. 1624)’tür. “Müceddid-i elf-i sani”nin müceddit olmadığını söyleyen kimse var mıdır?..

Şu halde tarifte geçen bu ifadeyi “yeni bir yüzyıl başlangıcında tecdit kapsamında değerlendirilecek faaliyetlerine ve iştihar etmeye başlamış olmak” gibi bir ifade ile değiştirmek gerekir. Ancak bu sefer de İmam-ı Rabbanî’nin durumunun bu tesbite uyup uymadığı meselesiyle karşılaşıyoruz.

Bu noktada akla ilk gelen, İmam-ı Rabbanî’nin “yüzyılın” değil, “bin yılın” müceddidi olduğu şeklindeki açıklamadır. Yani o, tecdit faaliyetinin başlangıç tarihi itibariyle –yeni yüzyılın hangi noktasına denk geldiğine bakılmaksızın– yeni bir “bin yıl”ın başında bulunduğu için “(ikinci) bin yılın müceddidi” sıfatını almıştır. Doğrusu da –Allahu a’lem– bu olsa gerektir.

Bütün bu deveran sonunda geldiğimiz nokta şudur: Bediüzzaman merhumun “müceddit” olduğu kabulü, ya yüzyılın başlarında isminin duyulmaya başlamasına veya yüzyılın bitiminden az önce hayatta ve parmakla gösterilecek derecede iştihar etmiş olmasına dayanmaktadır. Aksi halde onu ne 13. yüzyılın ne de 14. yüzyılın müceddidi sayabiliriz. Zira 13. yüzyıl bittiğinde henüz 6-7 yaşlarındadır. 14. yüzyılın ilk çeyreği bittiğinde 20’li yaşlarının başındadır. Dolayısıyla ulemanın, “müceddit” tanımı üzerinde dururken “her yüzyılın bitiminden biraz önce hayatta ve parmakla gösterilecek kadar iştihar etmiş olmak” özelliğinden hareketle onun mücedditlik vasfını haiz olduğunu söyleyebiliriz. Aksi halde, yani genel kabul gören tarife göre “bir yüzyıl bittiğinde parmakla gösterilecek derecede iştihar etmiş olma” durumu esas alınırsa, onu mücedditler arasında saymak mümkün olmaz.

Burada bir hususa daha parmak basalım. Herhangi bir alimin “müceddit” olarak anılmamış olması, onun ne ilmî seviyesi de ilme ve dine hizmetleri noktasında bir “tenkis” ifade eder. İmam Ebû Hanîfe’ye, İmam Ahmed b. Hanbel’e, İmam el-Buhârî’ye ya da diğer bazı büyük insanlara –vefat tarihleri denk düşmediği için– müceddit listelerinin hiçbirinde rastlanmıyor olması elbette onların hizmet ve faaliyetlerinin, adı müceddit listelerinde geçenlerinkinden daha az önemli olduğunu göstermez. Bu noktada yanlış bir düşünceye saplanmamaya dikkat etmek gerekir.

Devam edecek.

Milli Gazete – 4 Mart 2006