Prof. Dr. Tâhâ Câbir el-Alevânî, “Geleneksel Fıkıh aşılmalıdır” tezine gerekçe yaptığı ikinci grup tesbiti “tahkik-i menat” başlığı altında topluyor. Burada 7 madde halinde söyledikleri, “bugün geçmişten farklıdır” cümlesiyle özetlenebilecek şeyler. Hal-i hazır durumu mutlaklaştırıp ona uygun Fıkıh/fetva üretmek olarak özetlenebilecek bakış açısıyla, özellikle 7. maddede, bugünküne benzer diyebileceğimiz durumlar hakkında geçmişte verilmiş “adem-i cevaz” muhtevalı fetva ve çalışmalara atıf yapılıyor ve yazıya temel karakterini veren yaklaşım ortaya konuyor: “… Bu yüzyılın başında Cezayir ulemasının Fransız vatandaşlığına geçmenin haram olduğu yönünde verdiği fetva da böyledir. Bu kitaplar ve fetvalar Müslüman azınlıkların bugün artık ihtiyaç duymadığı çatışma kültürünün bir parçasını teşkil etmektedir.”
Geçmişte bugünküne emsal teşkil edebilecek durumlar yaşanmış olsaydı bile, yukarıda özetlediğim yaklaşımdan anlaşılan odur ki, ulemanın o durumlar hakkında vereceği fetvaların bugünün müslümanının ihtiyacına hitap etmediği söylenecek ve aynı talep yine dillendirilecekti. Altı çizilmesi gereken mühim bir nokta burasıdır.
Öte yandan geçmişte yaşanan durumu “çatışma kültürü” diye ifade etmek ne kadar doğrudur? Söz gelimi Osmanlı idaresi altında yaşayan azınlıklar modern zamanlara kadar ne tür çatışma tecrübeleri yaşamıştır? Bugün (hadi 11 Eylül sonrasıyla speküle edilmesin diye öncesini dikkate alarak söyleyelim) Müslümanlar‘la “öteki” arasında bir “uzlaşma”dan bahsedebilir miyiz? Evetse, bunun Müslümanlar‘ın “yabancılaşma”sıyla ilgisi hakkında neler söylemeliyiz?..
Devamında el-Alevânî, “Azınlık Fıkhı“nın “Usul”üne yönelik bir dizi prensip öneriyor. Dikkat çeken, “olguyu nassa arz edip nassın hükmünü uygulama” tavrının tam tersi istikamette işletilmesi gerektiği mantığıdır; yani “nassın, iş gördüğü sürece kabulü” diyebileceğimiz tarzda olguya arz edilmesi.
Bunu şu ifadelerden rahatlıkla test etmek mümkün: “… Kur’an-ı Kerim –örneğin Müslümanların başkalarıyla ilişkisi bağlamında “iyilik ve adalet” gibi– genel bir prensip getirir, buna mukabil, örneğin, gayrimüslimleri yolda sıkıştırmak, verdikleri selama aynen veya daha güzeliyle cevap vermemek gibi zahiren bu prensiple çelişen birtakım hadis ve haberler de rivayet edilmiş olursa, bu takdirde Kitap’ta yer alan prensip esas kabul edilmeli, hadis ve haberler ise tevili mümkünse tevil edilmeli, değilse reddedilmelidir.”
Uzun makalesi boyunca el-Alevânî‘nin, tezine getirdiği belki de en sağlam/somut delil “Habeşistan hicreti” meselesidir. Habeşistan‘a bi’setin 5. yılında hicret edenlerin, Medine döneminin bir kısmında da burada kaldığı doğru ise de, muhacirlerin Habeşistan‘da dini yaşama konusunda herhangi bir kısıtlamaya maruz kaldığını gösteren bir kayıttan haberdar değiliz. Necaşî‘nin onlara, bu noktada sağladığı güvenlik ve garantinin herhangi bir şeyle sınırlandırıldığını söylemek de mümkün değildir.
Esasen Garanik hadisesinin Habeşistan‘da “müşriklerin İslam’a girdiği” tarzında duyulması üzerine muhacirlerin Mekke‘ye geri dönmüş olması, Habeşistan hicretinin, bugünkü “kalıcı gurbet” hayatı tarzında anlaşılıp gerçekleştirildiğini söylemememizi engellemektedir. Her ne kadar el-Alevânî sadece Medine‘ye hicreti dikkate alarak Habeşistan muhacirlerinin Medine‘ye gitmesini, o dönemde Medine‘ye hicretin herkese farz olduğu vakıasıyla açıklamış olsa da, bu savunmanın ilk hicretten Mekke‘ye dönüşü açıklamaya yetmeyeceği açık…
İşin özeti şu ki, makalede önce Müslümanlar‘ın azınlık olarak bulunduğu ülkelerdeki varlığının kalıcı olmasının vazgeçilmezliği istikametinde bir karar verilmiş, ardından bunun “Allah’ın emri” ve “dinin gereği” olduğu söylenmiş. Sonrasında, girilen bu yolda işleri kolaylaştıracak ahkâm icadı hedefleniyor, hatta bunun için Fıkıh sisteminin silbaştan tesis edilmesinin zorunlu olduğu söyleniyor!.. Makalede tek tek söylenenlerin tartışması yerine belki en başta bu temel kabulün sorgulanması gerekiyor…
Milli Gazete – 25 Temmuz 2005