Ortadoğu’da olup bitenleri anlatmak için daha “objektif” ve “açıklayıcı” ifadelere ihtiyacımız var. Meseleyi başlıktaki gibi sübjektif bir ifadeyle nitelersek, mevcut hadiselerin tamamını aynı çizgide seyreden gelişmeler olarak olumlu bir değerlendirmeyle anlatmış olacağız. Oysa Libya’dan Mısır’a, Tunus’tan Bahreyn’e, Suriye’den Yemen’e kadar ayaklanmaların yaşandığı her bir ülkenin kendine mahsus dinamikleri, “halk hareketi” olarak görünen bu hareketlerin her birinin farklı başlangıç noktaları ve hedefleri var.
Kuş bakışı bakıldığında, bütün bu coğrafyadaki hareketliliğin belki de tek ortak paydası “baştaki diktatöre karşı ayaklanan halk” görüntüsü. Bunun dışındaki unsurlar hayli değişken. Söz gelimi Mısır’da Mübarek yönetimini deviren kitleler heterojen bir yapı arz ediyor. Her ne kadar Müslüman Kardeşler figürü öne çıkıyor gibi görünse de, Mısır’daki cephede liberaller, sosyalistler hatta Hristiyanlar da etkin biçimde rol oynuyor. Bu gevşek doku, Mübarek sonrası yönetimin çizeceği yol haritasının istikametine göre Batı tarafından kolaylıkla manipüle edilebileceğinin işaretlerini şimdiden güçlü biçimde veriyor.
Buna mukabil Libya’da çekişme, bir yandan Kaddafi’nin kabilesiyle diğer kabileler arasındaki mücadelenin yansıması gibi görünürken, diğer yandan Mısır’dakine benzer karmaşık yapının varlığını görmemek mümkün değil.
Suriye’de –ve kısmen Mısır’da– yönetim karşıtlığı Sünni bir karakter taşırken Yemen ve Bahreyn’de halk isyanı şii bir karakter taşıyor. Mısır’da Mübarek yönetiminin sünnilik-şiilik ya da Müslümanlık-Hristiyanlık diye bir derdi yoktu. Libya ve Tunus’un devrik liderleri için de aynı durum geçerli. Ancak Suriye’deki yönetim Nusayri. Hatta orada azınlık durumundaki Dürzilerle Hristiyanların halk karşısında Nusayri yönetimi desteklediği biliniyor.
Buna mukabil Yemen ve Bahreyn’de sözüm ona “Sünni” yönetimler işbaşında. Böyle olunca iktidar karşıtlığı kolaylıkla şii bir karakter arz edebiliyor…
Bütün bu hareketlilik içinde Batı nerede duruyor? Şüphesiz Libya’lı muhalifleri başta Fransa ve ABD olmak üzere Batılı ülkelerin destekliyor olması, oradaki petrolden pay alma mücadelesine indirgenemez. Elbette petrol önemli bir unsur; ama Sudan’ın başına gelenlerin, Batı’nın klasik “böl-yönet” politikasının hala devam ettiğini gösterdiğini unutmamak gerekiyor. Benzeri bir durum bugünlerde Libya için konuşuluyor.
Libyalı veya Mısırlı muhalifleri Batı’nın desteklemesi yeterince fikir verici.. Ya Suriye’yi –İran dışında– Rusya ve Çin’in desteklemesine ne demeli? Yemen ve Bahreyn sadece Suudi askerlerle halkların çatışmasına mı sahne oluyor?
Bütün bunların anlattığı nihai gerçek şu: Olup bitenlerin hiç birisi diğerinin tıpkısının aynısı değil. Her ülkenin farklı dengeleri ve dinamikleri var. Yani aslında “Arap Baharı” diye bir şey yok. Halk hareketleri dediğimiz şey, her ülkede farklı –ve kökü tarihte geriye doğru giden– bir hesaplaşmanın rövanşı olarak tezahür ediyor. Bu bir yerde kabile çatışmaları, bir yerde dinî ve mezhebî sürtüşmeler, bir yerde uluslar arası dengeler ve bir miktar da zulme tepki… olarak kendini gösteriyor.
Bütün bunların sonunda sular durulup her şey yerli yerine oturduğunda göreceğimiz, uluslar arası dengelerde kısmî oynamalarla, yer değiştirmelerle birlikte daha “yumuşak” yönetimler olacak muhtemelen.
Olup bitenlerin İslam nokta-i nazarından değerlendirmesini ise bir başka yazıya bırakalım.
Milli Gazete – 5 Eylül 2011