Bir önceki yazıda Ehl-i Beyt imamlarının Ehl-i Sünnet’in diğer imamlarıyla ve kesimleriyle ilişkisinin nasıl cereyan ettiğinin kısaca izini sürmüştük. Elbette meseleyi bir köşe yazısı çerçevesinde bütün boyutlarıyla ortaya koymak mümkün değil.
Konuyla ilgili olarak ağızdan kulağa dolaşan ve zaman içinde “tarihi gerçekler”e dönüşmüş bulunan malumatın, bir kısım hakikatlerin üstünü örtücü bir fonksiyon icra ettiği görmezden gelinmemelidir.
“Bir kısım” Emevi ve Abbasi sultanlarının “bir kısım” Ehl-i Beyt’e reva gördüğü muamelenin adının “zulüm” olduğu açıktır. En az bunun kadar açık bir diğer gerçek de, söz konusu yöneticilerin “zulüm” politikalarından Ehl-i Sünnet’in ileri gelen bir kısım imam ve önderlerinin de nasibini aldığıdır. Problem, tarihin belli dönemlerinde yaşanmış bu kabil hadiselerin genellemeler yapılarak bütün tarihe teşmil ve bir kesimin diğerine karşı bilinçli, sistemli ve sürekli bir düşmanlık beslediği tezinin “hakikat” yerine ikame edilmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunlar ve bir önceki yazıda değinilen meseleler aslına bakılırsa Alevilik’ten önce Şia’nın belli kesimlerinin tezleriyle alakalıdır. Bu şu anlama geliyor. Günümüzde Alevilik, Şia’nın bir kesiminin karakteristik yapısını oluşturan dinî, tarihî ve kültürel paradigmadan farklı bir dinî, tarihî ve kültürel paradigma üzerine oturmaktadır. Ancak İslam tarihinin erken dönemlerinde yaşanmış bir kısın hadiselerin okunmasında Aleviliğin, ağırlıklı olarak Şii tavrın (yine ağırlıklı olarak İmamiyye/İsnâaşeriyye kolunun) paralelinde ve bir kısım Şia’nın argümanlarını paylaşarak tutum belirlediğini görüyoruz. Bu ilginç bir noktadır. Günümüzde İran’a hakim olan dinî, tarihî ve kültürel durum ile mesela Anadolu Aleviliği arasında yapılacak küçük bir karşılaştırma, aradaki farklılığı daha ilk adımda ortaya koyacaktır. Dolayısıyla burada İran Şiiliğiyle Anadolu Aleviliği arasında “dinî” değil, “tarihî” bir paralellik bulunduğunu söylemek ve fakat uzun yüzyıllar içinde devreye giren siyasî ve kültürel boyutun bu iki kesim arasındaki farklı daha da belirgin kıldığını söylemek gerekiyor.
Şiilik’le Aleviliğin bir kısım tarihî olayların değerlendirilmesinde paralel bir tutum benimsediğini söylemiştim. Meselemizin en hassas noktalarından birisini bu husus oluşturuyor. Bilhassa tarihî hadiseleri değerlendirirken objektif kıstasları daimi surette devrede tutmak, bilahare ortaya çıkabilecek kimi arızalı tutumların önünün daha baştan alınmasını mümkün kılacaktır. Sünnî kesimin bir kısmında Emevi ve Abbasi sultanlarının tamamını tebrie edici bir tutum varsa eğer –ki özellikle halk kesiminde bu tarz-ı telakkiye rastlamak mümkündür–, tarihi arızalı biçimde okumanın doğurduğu bir arızadır bu. Aynı şekilde Aleviler arasında bir kesimin de tarihte Sünniler’in bilinçli ve sistemli bir biçimde Alevilere zulmettiği kanaatini besleyen kimi tarihsel okumalar varsa, bunun da aynı ilmî kıstaslar çerçevesinde tashih edilmesi gerektiği açıktır.
Bu söylediğim hususun en bariz örneklerinden birini, Rıhle dergisinin ilk sayısında yer alan “Sahabe’ye Saygının Aşınması ya da Hakem Olayı’nın Aslı” başlıklı makale oluşturuyor. Tarihî bir hadisenin bir kaynak tarafından aktarılış biçiminin bir-iki kuşak sonra nasıl “hakikat”e dönüştüğünün çarpıcı bir örneğini oluşturuyor bu hadise.
Aynı durum, tarihsel kimi hadiselerin kendi bağlamlarından çıkarılmasında ve tehlikeli genellemelerin temeline yerleştirilmesinde de kendisini göstermektedir. Bilhassa Osmanlı asırlarında yaşanana bir kısım hadiselerin, içinde cereyan ettiği tarihî, siyasî ve sosyal bağlamlardan koparılması suretiyle bir tavrın ideolojileştirilmesi, Alevilikle ilgili güncel problemlerin temelini oluşturmaktadır. Oysa tarihin ambarına inildiğinde benzeri olumsuzlukların, Sünni olduğunu söyleyen bir kısım yöneticiler tarafından Sünni halka uygulanan politikalarda da kendisini gösterdiğine rastlamak pekala mümkündür.
Sonuç olarak hiçbir tarihî hadise, Sünniler’le Aleviler’in bu topraklarda yüzyıllardır bir arada yaşadığı gerçeğinin üstünü örtmeye yetmez. Bu topraklarda farklı dinlere mensup olan unsurların bile bir arada uzun yüzyıllar yaşadığı gerçeği nasıl inkâr edilemez ise, kökleri tarihin bir noktasında buluşan Sünni ve Alevi kabullerin de aynı şekilde bir arada yaşadığı ve yaşamaya devam edeceği bir başka gerçek olarak” inkâr edilemez”dir.
Milli Gazete – 25 Ocak 2010