“Akıl-nakil ilişkisi” üzerine kurulu hüküm cümlelerine oldum olası ihtiyatla yaklaşırım. Nerelerden beslendiği ve nereye varacağı kolay kestirilemeyen “serseri cümleler”dir onlar çoğunlukla. Farklı disiplinler tarafından şimdiye dek yapılmış tanımlarının hiç birisine oturmayan bir akıl ve o aklın tuhaf bir işleyiş biçimiyle vardığı hayretengiz sonuçlar sizi bekliyor olabilir.
Bu çağda “akıl” üzerine konuşmak hem çok kolay, hem çok zordur. Kolaydır, çünkü aklın mutlak hükümranlığının tescil ve ilan edildiği bir dönemin çocuklarıyız. Akla tanınan bu “mutlak kudret”i pekiştirici her söz şaşırtıcı bir uysallıkla karşılanır. Zordur, çünkü bu ezberi tartışmaya açma eğilimi taşıyan her cümle bir “cürüm” demektir…
Hele bir de bu “mutlak kudret” kendisini “akıl-nakil çatışması” gibi son derece netameli bir konuda dışa vuruyorsa, işte orada tam anlamıyla “tevakkuf” etmek gerektiğini düşünürüm. Zira adının önüne bir “İslamî” nisbesi almış olsa da, burada işletilen aklın Meşşailer ya da İşrakîler’e mi, Ebû Hanîfe’ye mi, İbn Huzeyme ya da Osman ed-Dârimî’ye mi, el-Muhasibî’ye mi, İbn Arabî ya da İbn Teymiyye’ye mi, yoksa İslam’ı “düşünce”ye indirgeyen modernistlerden birine mi ait olduğu öyle hemen anlaşılmaz. Üzerinde derin derin teemmül etmeniz gerekir…
Eteğini “modern amentü”nün rüzgârına kaptırmış akıl, “Bir kimsenin başkasına secde etmesini emredecek olsaydım, üzerindeki hakkının büyüklüğü sebebiyle kadının kocasına secde etmesini emrederdim” gibi bir rivayetle karşılaştığında, sahibine önce “Öyle saçma şey olmaz” dedirtir. İlk refleks budur. Kim kime secde edecekmiş? Hangi çağda yaşıyoruz?! Ardından bunun Efendimiz (s.a.v)’e izafesi “problemi” sökün eder. Böyle bir şeyi “Hz. Muhammed’e izafe eden” akıl, bir yerlere “takılı kalmış” akıldır!
Hadisler söz konusu olduğunda büsbütün gergindir bu aklın hükümranlık alanı; bütün muhalefet sistemi alarm durumundadır. Ve nihai aşama: Kur’an’a gidelim!
Bu aklın sahibi düşünmez ki tarih boyunca ortaya çakmış bid’at fırkaların istisnasız tamamı görüşlerini Kur’an’la refere etmiştir. Yani “Kur’an’a gidelim” sloganı kulağa hoş gelir, ama sıra bu sloganın içini doldurmaya geldiğinde anlaşılır ki kastedilen, herkesin kendi Kur’an anlayışına –yoksa “beğendiği meale” mi demeliydim?! – gitmesinden başka bir şey değildir!
Farklı bir sonucun beklenmesi beyhudedir aslına bakarsanız. Çünkü problemin kökleri çok daha derinlerde, “Edille-i Şer’iyye” anlayışında, yani “Müslümanlık”ın tanımında yatmaktadır. İsbatı kolay: Kur’an’a gittiğinizde erkeklerin kadınlar üzerinde bir derce üstünlük ve “kavvamiyet”i bulunduğunu belirten ayetler hakkında duyacağınız, metne, yani Kelam’a başkaldırı anlamı tazammun eden sözlerden başkası olmayacaktır!
Hadisleri “Hz. Muhammed’e izafe edilen –dolayısıyla “tekinsiz”– sözler” olarak gören bilinç durumu ile, “Kur’an’ın beyanı” olarak gören bilinç durumu arasında yaklaşık 300 yıllık bir mesafe vardır. Bu zaman aralığında kaybettiğimiz sadece ilmî edep ya da liyakat olmadı ne yazık ki, aynı zamanda “nirengi noktamızı” yitirdik. Bu sebeple yukarıda örneğini zikrettiğim türden bir rivayetle muhatap olduğunda, –artık “bir bilene soralım” dönemi kapandığı(!) için– “kaynağına, varyantlarına, ne dediğine ve ilgili yorumlara bir bakalım” deme lüzumunu duymadan, adeta bir müsteşrik edasıyla saldırıya geçen bir tavır hakim modern müslümana. Bu sebeple babaannemizin müslümanlığı bizimkinden daha kavi…
İlginç olan şu ki, beşerî ya da pozitif bilimler söz konusu olduğunda haddini bilen, “uzmanlık” karşısında saygıyla eğilen bu tavır, Din, hatta sadece İslam söz konusu olduğunda sınır tanımaz bir ruh haline dönüşüyor.
Ahir zaman, ah, ahir zaman…
Milli Gazete – 19 Kasım 2007