Muvahhid İsevîliğin Hristiyanlığa dönüştürülmesi sürecini açıklamak üzere geliştirilen bir izah tarzı var: “Eski Ahit“te (Mezmurlar, 2/7; II. Samuel, 7/14) kullanılan bir tabir olarak “Tanrı oğlu“, “Tanrı’nın seçkini” anlamındadır. Yani Allah Teala‘ya –haşa– “babalık”, herhangi bir mahluka da O’nun “oğulluğu” ünvanının verilmesi Yahudiler‘in yabancısı olduğu bir durum değildi; hatta bizzat onlar tarafından başvurulan bir anlatım biçimiydi.
Bu tabir İnciller‘de (özellikle “Sinoptikler” denen ve Matta, Markos ve Luka‘ya izafe edilen İnciller‘de) de görülür ve aynı anlamdadır. Hatta sadece Hz. İsa (a.s) için değil, genel olarak Hristiyanlar için kullanılabilen bir tabir olarak “Tanrı oğlu/çocuğu” tabiri Pavlus‘un mektuplarında (mesela bkz. “Romalılara“, 8/14) geçmektedir.
“Efendi, sahip, rehber, öğretmen, yüce kişi” anlamında “Rab” kelimesinin Hz. İsa (a.s) hakkında kullanılışı için de aynı durum söz konusudur. Diğeri gibi özellikle Sinoptik İnciller‘de yer aldığı görülen bu kullanım da, yine onun gibi mecazi/metaforik bir anlatım biçiminin ifadesidir.
Bu tavsifler Yahudi olmayan milletlerin (“Gentileler“in) Hristiyanlığa geçmesiyle birlikte, Hz. İsa (a.s)’ı, Helenistik kültürün “yarı tanrı” varlık anlayışının oluşturduğu zemine –tabirin hakiki anlamıyla– “Tanrı oğlu” olarak oturttu ve bu aşamadan sonra Hz. İsa (a.s)’a “tanrısal” bir hüviyet izafe edilmeye başladı. Yani Hristiyanlar‘ın Hz. İsa (a.s)’a “ilahlık” atfetmesi, bir süreç içinde oldu ve nihayet 325 İznik Konsili ile de Hristiyanlığın resmî akidesi Hz. İsa (a.s)’ın “Tanrı’yla aynı cevheri taşıdığı” noktasında istikrar buldu. Elbette Pavlus‘un bu süreçteki fonksiyonu görmezden gelinemeyecek kadar belirgindir.
Özetle aktarmaya çalıştığım bu izah tarzı, tersinden şöyle demeye de geliyor: Mezkûr kavramların ilk dönemlerde görüldüğü şekliyle mecazi kullanımı masumanedir ve Allah Teala‘ya “şirk” koşmak anlamına gelmez.
Zahiren Hz. İsa (a.s)’a yönelik olsa da, gerçekte Hristiyanlar‘a yöneltilen “Beni ve annemi ilah edinin” diye sen mi söyledin?” (5/el-Mâide, 116) tarzındaki tevbih işareten gösteriyor ki, mezkûr tabirlerin kullanımında mecaz ile hakikatin bir farkı yoktur. Esasen Ehl-i Kitab’ın kitaplarını, dolayısıyla akidelerini tahrif sürecinin –konumuzla bağlantılı kısmının– bu şekilde vücut bulmaya başladığını söylemek makul görünüyor.
Mecazi kullanımın masum kabul edilebilmesi için Kur’an ve Sünnet‘in bunu onayladığını ya da en azından böyle bir kullanıma itiraz etmediğini ortaya koymak gerekir.
Bununla birlikte, Mahmut Aydın‘ın da altını çizdiği gibi (“İsa Tanrı mı? İnsan mı?“, 276), –oldukça azınlıkta bulunsalar da– Hristiyanlar‘ın, bu tabirleri mecazi anlamda kullanan ve gerçekte Hz. İsa (a.s)’ın “kul-peygamber” olduğuna inanan –bu yüzden de resmî Hristiyanlık‘tan oldukça yoğun tepki alan– kesimi ile diyaloğa girmelerinde fayda bulunduğunu da belirtmek durumundayız. Bugün yürütüldüğü şekliyle misyonerliğin Truva atı olarak işlev gören ve siyasi-kültürel boyutları ile aleyhimize işletilen bir sürecin ifadesi olan Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin, bugüne kadar bize, “din değiştiren müslümanlar”dan başka bir yansıması olmadı; olamaz da. Diyalog yürütülecekse, asıl John Hick gibi veya kendilerine “Hür Hristiyanlar” diyenler gibi Hz. İsa (a.s)’ın “insan-peygamber” olduğunu kabul edenlerle yürütülmeli ve asıl amaç, “Biz Hristiyanız” diyenleri Hz. İsa (a.s)’ın tebliğ ettiği gerçekle buluşturmak olmalıdır.
Bunun yerine Hristiyanlar‘ı bulundukları hal üzere kalmaya teşvik etmek ve hatta –S. Hüseyin Nasr’ın yaptığı gibi– “Teslis” doktrinini Allah Teala’nın Hristiyanlar için takdir ettiğini söylemek anlamına gelen tavırlar takınmak, ancak gazab-ı ilahîye paratonerlik yapmak olur!..
Milli Gazete – 8 Ağustos 2005