Bir hanım kardeşimizden, kadının toplumsal hayattaki rolü konusunda zikre değer tesbitler ihtiva eden bir e-posta aldım. Uzunca bir metinden oluşan o e-postanın önemli yerlerini aşağıya alıyorum:
“(…) Dr. Muhammed Ekrem Nedwi veya Muhammet Yılmaz’ın “İbn Hacer’in Hocaları Bağlamında Kadın Hadisçiler” kitaplarını okuduğumuzda, kadının İslami ilimler bağlamında İslam toplumunda ne kadar aktif olduğunu görüyoruz. Daha doğrusu soru şu: Görüyor muyuz hocam, görmeli miyiz? Kadınların ağırlıkta hadis rivayet etmeye ve ezberlemeye yoğunlaştıklarını ve muhaddis olmalarını delil olarak kullanarak kadının toplumun merkezinde, daha doğrusu toplumun içinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa muhaddis sadece bir arşiv midir ki, Resulullah (s.a.v)’in hadislerini toplar, ezberler ve aktarır. Bu konu bağlamında kadının dışarıda/toplumun içinde aktif olduğunu söyleyebilir miyiz?
“Bu hafta Cuma günü (…) İslam Tarihinde Kadının Toplumdaki Rolü’nü işlemeyi düşünüyorum. Zikrettiğim kitapları okuduğumda şöyle bir tablo ortaya çıktı: Kadınlar İslamî ilimleri öğreniyor ve öğretiyor. Sandığımız kadar toplumdan soyutlanmış, sadece evinde duran ve çocuk yetiştiren bir figür değil. Asla evde durup çocuk yetiştirmeyi kötü ve değersiz saymıyorum. Sadece İslam tarihinde kadının konumu gerçekten nerede idi ki, buradan yola çıkarak bugün için de kadının toplumdaki rolünü benimseyelim? (Aslında burada da küçük bir soru ekleyebiliriz: İslam tarihine bakıp kadının bugünkü konumunu belirlemeli miyiz? Bugünün şartları kadının rolünü belirlemede ne kadar rol oynamalı?) Yoksa muhaddisler hakkında yazarken aslında biraz da kelimeler mi bizi yanıltıyor? Yani muhaddis dendiğinde toplumda çok aktif olan bir alime akla geliyor; ama muhaddis olmaları gerçekten kadını toplumda sandığımız kadar aktif yapıyor mu? (…)
“Resulullah (s.a.v)’in hayatına baktığımızda hanımların sağlık ve ilim alanlarında aktif olduklarını görüyoruz. Bu zamana baktığımızda evren boşluk kabul etmez ilkesine dayanarak (…) hanımlarımıza bu alanlarda bilgi sahibi olarak aktif bir şekilde cihad etmelerini mi telkin etmeliyim, yoksa anneliğe, evin (içinin) inşasına ve çocuk yetiştirmeye ağırlık vermelerini mi, yoksa her ikisini birden yapmalıyız mı demeliyim?…”
Bazı yerlerdeki cümle düşüklüklerine küçük müdahaleler ve e-posta sahibinin kimliğini belli edebilecek mahiyetteki yerlerin hazfı dışında yazı üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmadım. Cevabım –şimdi yaptığım bazı küçük ilavelerle birlikte– şöyle oldu:
Modern zamanlar öncesinde müslüman kadın, “dışarıdaki” hayatta kendisine ihtiyaç duyulan eğitim, ticaret, sağlık… vb. alanlarda elbette var olmuştu. Ama sadece “kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar. Bir başka deyişle, modern zamanlar öncesinde “dışarıdaki” kadınların sayısı ile erkeklerin sayısı arasında bir kıyaslama yapmak mümkün değil. Zira “dışarıdaki” hayatın erkeklerin egemenliğinde yürüdüğünde şüphe yok.
Esasen bunun şaşırtıcı bir yanı yok. Zira “içerideki” kadın, aslında bu ümmetin geleceği olan çocuklarının eğitimi ile meşguldür. Bugün adına “okul öncesi eğitim” dedikleri bu süreç, mutlaka anne-çocuk iletişiminin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiği bir ortamda yürütülmesi gereken bir süreçtir. Zira pedagoglar çocuğun en kalıcı bilgileri 0-6 yaş arasında aldığını söylüyor. Bu çağdaki bir çocuğa annesinin tıbiî/fıtrî bir iletişimle verdiğini hangi kurum, hangi eğitim metodu ve eğitimci verebilir?
Dolayısıyla “İslam’da kadının rolü” başlıklı çalışmaların pek çoğunda gördüğümüz gibi, “Aslında İslam kadını sosyal hayatta ikinci plana itmemiştir; bunu yapanlar “geleneksel” bakış açısına sahip olan müslümanlardır” türünden söylemler son derece yanıltıcıdır. Kadın evin dışında ancak kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olmalıdır. Tıpkı erkeğin evin içinde kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olması gerektiği gibi. Fıtrat, tabii hayat ve İslam bunu gerektirir.
Modern hayat algısı bize hayatın sadece “dışarıdakinden”, yani sokaktakinden ibaret olduğu düşüncesini telkin ediyor. Aklımızı karıştıran esas nokta burası. Hayat niçin “evin dışından” ibaret olsun ki?! Evin içi de “en az” dışı kadar önemlidir oysa ve orası kadının sorumluluğuna verilmiştir. Bizi yanıltan nokta şurası: Dışarıdaki hayat modernite tarafından inşa edildiği için, erkekle kadını yanyana/birlikte görmeye alış-tırıl-mış bulunuyoruz. Oysa kadınla erkeğin –zikri burada çok yer alacak pek çok sebep dolayısıyla– hayatın ayrı ayrı cephelerini inşa etmekle görevli olduklarını düşünürsek mesele biraz daha kolay kavranır hale gelecek. Yani modern bir duruma, modern olmayan bir durumdan, modern algıyla örtüşen cevaplar arıyoruz!..
Modern hayat kadının, hayatın hiçbir alanında erkekten geri kalmadığı tezini işlerken, aslında kadınları evlerinden çıkmaya tahrik ve teşvik ediyor. Kadınlar evlerinden çıkınca ne olacak? Erkeklerle birlikte “dışarıdaki” hayatı inşa edecekler. Ya evin içindeki hayat? Onu kim inşa edecek? Geleceğimiz olan çocuklarımızı okul, medya, internet ve sokak terbiye (!) edecek, bizse “kadın erkek eşitliği” ideolojisinin gereklerini yerine getirmek suretiyle “İslam’da kadın hakları”nı savunmuş olacağız???
Efendimiz (s.a.v), kadının kıldığı en efdal namazın, evinin en kuytu köşesinde kıldığı namaz olduğunu haber veriyor. Bugünün Diyaneti kadınları camilere çekmekle aslında sokağa çekmeye, adeta evinden uzaklaştırmaya çalışıyor, ya da şöyle diyelim: bunu yapanların ekmeğine yağ sürüyor. Asr-ı saadetteki kadının camiye gidiş gerekçesiyle bugün kadını camiye çekmek isteyenlerin gerekçesi, arka planları ve hedefleri arasında kesinlikle bir irtibat yok.
Müslümanların yapması gereken en önemli işlerden birisi, “ev içi” hayatı yeniden ihya etmek ve hayatı -özellikle de kadınlar için- sokaktan eve taşımaktır. Elbette bunun sosyal bir olgu olarak bugünden yarına ve “tek başına” gerçekleşebileceğini söylemiyorum.
İslam, erkeğe ayrı, kadına ayrı mükellefiyetler yüklemiştir. Kadının sosyal hayata “itilmesi”, ona ve aile kurumuna yapılabilecek en büyük zulümdür. Unutmayalım, adalet, herşeyin olması gereken yerde olmasıdır. İslam adaleti böyle tarif etmiştir.
Milli Gazete – 17 Ocak 2012