“Evrensel” olduğu söylenen bir takım kalıp ifade, kavram ve değerlerin aslında sadece Batı’ya ait olup, iletişim araçları, propaganda teknikleri ve enformasyon mekanizmaları vasıtasıyla “açık toplumlara” evrensel olarak kabul ettirildiğini dile getirmeyi amaçlayan bir önceki yazının sonunda, “Arap Baharı” denen sürecin bu çerçevede nasıl açıklanabileceğine dair düşüncelerimi bu gün açıklayacağımı vaat etmiştim.
Evet, Batı, ekonomik ve stratejik bakımdan kendisi için “açık kapı” hüviyetini haiz bulunan ülkelerin nasıl yönetildiğiyle hiçbir zaman ilgilenmedi. Bu sebeple Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ülkelerin despot yönetimleriyle uzun yıllar arası hep iyi oldu Batılı ülkelerin.
Geldiğimiz noktada Arap Baharı denilen sürecin Batı tarafından desteklendiği vakıasını doğru okumada birden fazla unsura ihtiyacımız var:
- Batı bu ülkelerde işbaşında bulunan “tek adam”ları her zaman kendi istediği istikamette yönlendiremiyordu. Dolayısıyla bu ülkelerde halkların yönetime karşı saf tutabileceği ortamların oluşması, hatta muhalefetin fiilen desteklenmesi ve ileride oluşacak “halk iradesine dayalı demokratik yönetimler”in işbirliğini temin etmek Batı için, ne yapacağı belli olmayan tek adamlarla uğraşmaktan şüphesiz daha rasyonel bir çözüm olacaktı.
- Bu ülkelerde gittikçe biriken ve bir gün patlayacağı muhakkak olan bir “kitlesel öfke” vardı. Bu öfkenin kontrollü bir şekilde boşalması elbette sürecin idaresi demekti. Batı’nın doğrudan ya da dolaylı destekle sürece müdahil olmaksızın, halk hareketlerinin tamamen kendi dinamikleriyle harekete geçmesi, bütün Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da İslamî karakterli yönetimlerin oluşması anlamına gelecekti. Batı’nın böyle bir duruma seyirci kalacağını düşünmek safdillik olur.
- Halen başta Suud yönetimi olmak üzere Ürdün, Körfez ülkeleri vd. için böyle bir sürecin yaşanacağına dair en küçük bir işaret görünmüyor. Denebilir ki, buralarda yaşayan nüfusun ekonomik durumu bu tarz bir kitlesel muhalefete yer/gerek bırakmıyor. Ekonomik durumu kötü olanlar ise göçmen durumunda bulunanlar. Bunların yönetimlere karşı ayaklanması eşyanın tabiatına aykırı…
Ancak bu tarz bir itirazın, meseleye “evrensel ilkeler” bazında yaklaşanlara bir fayda temin etmeyeceği aşikâr. Çünkü bu ülkelerde insan hakları, kadın erkek eşitliği, temel özgürlükler… gibi “evrensel ilkeler”e rastlamak mümkün olmadığı halde Batı’nın bu ülkelerle ilişkisinde herhangi bir zayıflama gözlenmiyor…
Dolayısıyla Batı’nın “Arap Baharı” bağlamında kimi Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki halk hareketlerini desteklemesinin esas gerekçesi “ekonomik” ve “stratejik” olup, “evrensel ilkeler”le bir ilişkisi yoktur. Aksi halde Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde de benzeri ayaklanmalar görebilmeliydik…
Bu bağlamda Yemen ve Bahreyn’deki durum hakkında ne söyleyebiliriz?
Buralarda yönetime karşı muhalefet ya Sünnî veya Şii karakter taşıyor. Her ikisi de iktidara gelmeleri halinde Batı için “arzu edilmeyen” işler yapabilecek potansiyele sahip. Dolayısıyla Batı buralarda da “evrensel ilkeler”i unutmuş durumda…
Bütün bunları söylerken Suriye’yi paranteze aldığımı ayrıca belirtmem gerekiyor. Oradaki muhalefetin, önceleri silah kullanmamakta uzun süre direnmesi, ancak durumun giderek bir “soykırım”a dönüşmesi üzerine –ve büyük ölçüde ordudan ayrılan askerlerin temin ettiği silahlarla– silahlı çatışma seçeneğine yönelmesi, bütün bunların ötesinde herhangi bir Batılı müdahaleye razı olmadıklarını ısrarla söylemeleri Suriye’nin durumunun ayrı bir vasatta değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor…
Ve sonuç: “Evrensel ilkeler” diye bir şey yoktur. Batı kaynaklı, evrensel olduğu propaganda edilen ve küresel güçler marifetiyle revaç bulan ilkeler ve değerler vardır. İslam’ın mahut ilke ve değerlerle örtüştüğünü söylemek, bu muazzez dini modern okumaların nesnesi kılmak demektir. Bunun ne kadar Müslümanca bir davranış olduğu ise, üzerinde ayrıca durulması gereken bir savrulmadır…
Not: Milli Gazete’nin; insanımızla birlikte izzet, dirayet ve onurlu duruşun adresi olarak daha nice 40 yılları idrak etmesi temennisiyle…
Milli Gazete – 15 Ocak 2012