Dillendirmesi zor, gerçekleştirmesi daha zor bir husus “dindar bir nesil yetiştirmek”…
Dillendirmesi zor, çünkü bu milletin bu topraklardaki varlığını 1923’ten başlatmayı alışkanlık edinmiş seçkinci “beyazlar” bakımından hazmedilmesi mümkün olmayan bir mesele bu. Bu dünyada var olabilmenin asgari şartının Allah’la bağları koparmak olduğuna iman etmiş, ezan sesi duymaktan rahatsız olan, Ramazan, Kurban, Hacc ve diğer İslamî şeair söz konusu olduğunda rahatsızlığı tavan yapan, ölüm anıldığında psikolojisi bozulan çevrelerin dindar insanların damgasını vurduğu bir toplumsal yapıya tahammülsüzlük göstermesi eşyanın tabiatından. Bir de bu milletin ensesinde boza pişirmeye alışmış bu kesimin “buyurgan” konumunu kaybetmekten kaynaklanan rahatsızlığını da hesaba katarsak, “dindar bir nesil yetiştirmek”ten söz etmenin hayli netameli bir alanda dolaşmak anlamına geleceği aşikâr…
İçinden geçmekte olduğumuz süreçte pek çok zihnî kalıp, pek çok algı tarzı ve pek çok siyasal-toplumsal refleks yerini yenilerine bırakıyor. Toplumsal çapta bir değişim/dönüşüm yaşıyoruz hep birlikte. Ancak yaşadığımız bu değişimin/dönüşümün istikameti, daha da önemlisi mahiyeti, üzerinde durulması gereken en önemli mesele…
Postmodern aşamada modernitenin “hard” tarzı yerini “soft” bir yapıya bırakıyor. Modernitenin “din afyondur” algısı gidiyor, onun yerine postmodernitenin “afyon da dindir” algısı geliyor.
Böyle bir ortamda “dindar bir nesil yetiştirme”nin neye tekabül ettiğini netleştirmek, en az bu düşünceyi dillendirmek kadar önemlidir.
İşbu dindar nesil “İbrahimî dinlerin birliği” söyleminin çerçevelendirdiği bir dindarlık anlayışıyla mı, yoksa Hak Din hakikatiyle mi yetişecek?
Namaz kılarken olduğu kadar çalışıp kazanırken, üretim ve yatırım yaparken de Allah’a ve Ümmet’e karşı sorumluluklarının bilincinde bir dindar bireyden mi söz edeceğiz, yoksa bireysel dinî mükellefiyetlerinde müslüman, ekonomik, siyasî vb. alan söz konusu olduğunda seküler ve makyavelist bireyden mi?
İçinde yaşadığımız dünyaya el’an verilmiş nizamat doğrultusunda, onunla uyum içinde yaşamaya şartlanmış birey mi söz konusu olan, yoksa bu topraklarda yaşıyor olmanın tarihî-ontolojik anlamını müdrik birey mi hedeflenecek?
Küresel kapitalist sistemin dişlilerine yağ olmayı “yeni dünya düzeninin gereği” olarak amentü gibi ezberleyip tekrar eden birey mi, yoksa adalet üzere dönen bir dünya için bugünden elli yıl, yüz yıl ötesini hedefleyerek yola çıkar birey mi?
Esas mesele bu soruların cevabında düğümleniyor.
İmam-Hatip liseleri için, kesintisiz uygulamasının ortadan kalkması için, Kur’an kursları için… mücadele refleksiyle hareket eden mütedeyyin insanlar bakımından, bu alanlarda mevcut adaletsizlikler giderildiği zaman her şey yoluna girmiş mi olacak?
İmam-Hatip liselerinde, hatta ilahiyat fakültelerinde çocuklarımıza nasıl bir dindarlığın öğretileceği konusunda bir fikrimiz yoksa, refleksif olarak hassasiyet gösterdiğimiz bu alanlarda elde edilecek kazanım, gerçek anlamda “kazanım” olarak değerlendirilebilir mi?
Çocuklarımıza, gelecek nesillere gösterdiğimiz hedefin büyüklüğü, bugün attığımız adımın değerini ifade edecektir. Sahabe, Medine etrafına hendek kazarken kıramadıkları bir kayayı gösterdiklerinde, evet tam da öyle bir zorlu anda Efendimiz (s.a.v), kayaya vurduğu balyozun çıkardığı kıvılcımda 800 sene sonrasını işaret ediyordu ümmetine, “Konstantiniyye’nin fethini görüyorum” buyurduğunda…
Yetiştireceğimiz dindar neslin uzak hedefi, “kızıl elması”?…
Milli Gazete – 23 Şubat 2012