Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a, Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…
Fetva vermek, fetva soran kişiye, sorduğu meselenin dinî hükmünü bildirmek demektir. Hüküm doğrudan doğruya dine mal edildiği için fetva verme işi son derece hassas ve risklidir.
Bu itibarla fetva ile hükme bağlanan, daha doğrusu hükmü karşı tarafa bildirilen mesele sağlam delillere dayalı olmalıdır. Zira fetva veren kişi, “Bu konuda Allah Tealâ’nın razı olduğu hüküm budur.” demiş olmaktadır.
Fetva verme işinin hassasiyeti, sadece ilgili kaynakların ittifakla naklettiği bu keyfiyetten kaynaklanmamaktadır. Yüce Rabbimiz’in şu ayetlerde beyan buyurduğu hükümleri “fetva vermek” olarak Yüce Zatı’na izafe ve isnad etmiş olması, fetva işinin ehemmiyetini ortaya koyan bir diğer önemli noktadır.
“Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor…” (Nisa, 127)
“Senden fetva istiyorlar. De ki: Allah kelâle (babası ve çocuğu olmayan) hakkında şöyle fetva veriyor…” (Nisa, 176)
İslâm’ın ilk mübelliğ ve mübeyyini (tebliğ edicisi ve açıklayıcısı) sıfatıyla Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de peygamberlik görevinin ayrılmaz bir parçası olmak üzere fetva verme işini hem bizzat üstlenmiş, hem de Sahabe’nin ileri gelenlerini bu konuda eğitmiştir. Sahabe arasından 6 kişinin, daha Efendimiz s.a.v. hayattayken fetva verdiğini biliyoruz. (Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlât, s.161-162 )
Bu kritik ve hassas görev Sahabe döneminden sonra da kesintisiz olarak sürmüş, dinî ilimlerin hoca-talebe ilişkisi içinde öğrenilip aktarılması suretiyle fetva vermeye ehil kimseler Rabbimiz’in inayet ve keremiyle hiçbir zaman eksik olmamıştır.
Fetva ve sorumluluk
Fetva vermek, din ve Allah adına konuşmak olduğu için Selef-i Salihin’den pek çok kimsenin, yanlış bir fetva vererek hem kendilerini hem de fetva soran kimseyi vebal altında bırakmamaya azami dikkat gösterdiğini ve sırf bu sebeple fetva vermekten sakındığını görmek şaşırtıcı değildir.
Aşağıda vereceğimiz örnekler, konu hakkında zikredilebilecek çok sayıda benzerleri içinden seçilmiştir.
Sahabe ve Tabiûn’un tavrı
Sahabe’nin ilim ve dirayet bakımından önde gelenlerinden olduğu herkesçe kabul edilen Hz. Ebu Bekr , Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit (cümlesinden Allah razı olsun), herhangi bir meselede hüküm vermeden önce Sahabe ile istişare ederlerdi. (Bkz. Kadı Iyâd , Tertîbu’l – Medârik , 1/145; Muhammed Ahmed er- Râşidî, el-Misbâh fî Resmi’l – Müftî ve Menâhici’l – İftâ, 1/112)
Keza Sahabe’den Abdullah b. Ömer r.a. kendisinden fetva istendiği zaman nadiren fetva verir, çoğunlukla “Bu konuda bir şey bilmiyorum.” derdi. (Dârimî )
Tabiûn’dan Ebu’l – Minhâl, ticaretle ilgili bir mesele sormak üzere Sahabe’den Berâ b. Âzib r.a.’a gelmişti. Berâ r.a. ona, “ Zeyd b. Erkam’a sor; o benden daha iyi bilir.” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu’l – Minhâl , Zeyd b. Erkam’a gitti. Ancak ondan da “ Berâ b. Âzib’e git. O benden daha bilgilidir.” karşılığını aldı…” (Müslim, Nesâî , Ahmed b. Hanbel )
Abdurrahman b. Ebî Leyla şöyle demiştir: “Şu mescitte Ensar’dan 120 kişiyle mülaki oldum. Onlardan her biri, bir hadis rivayet etmek veya fetva vermek durumunda kaldığında, başka bir kardeşinin kendi yerlerinde olmasını arzu ederlerdi.” (Makâlât, 172)
Yine Tabiûn’dan Said b. el-Müseyyeb, hemen hiç fetva vermez, kendisine fetva sorulduğu zaman da soran kişiyi kastederek, “Allahım! Beni (bu durumdan) ve onu benden kurtar.” derdi. (Beyhakî, el-Medhal, no: 824)
Daha sonraki imamların tutumu
İmam Ebu Hanîfe’nin çağdaşı, büyük Hadis alimi Şu’be b. Haccâc, “Herhangi bir mesele hakkında size bir şey sorulduğunda ne yapardınız?” diye sorulduğunda şöyle demiştir: “Bizim zamanımızda bir kimseye bir soru sorulduğunda, arkadaşına, ‘Sen fetva ver.’ diyerek soru soran kişiyi ona yönlendirirdi. O öbürüne, o da diğerine… Böylece soru soran kişi yine döner dolaşır, soruyu ilk sorduğu kişiye gelirdi.” ( Makâlât , 172)
İmam Mâlik’in hocası Rebia’ya , hocasının tavsiyesi şöyledir: “Ey Rebia ! İnsanlara fetva vermekten uzak dur! Eğer birisi sana fetva sormak üzere gelirse, onu içine düştüğü durumdan kurtaracak fetvayı bulmak için değil, sana sorduğu meseleden kurtulmak için gayret göster.” (el- Hatîbu’l – Bağdâdî, el-Fakîh ve’l – Müteffakkih, 2/169)
Hocasının bu tavsiyesinden ömrü boyunca ayrılmayan Rebia’ya, ölüm döşeğinde iken talebeleri şöyle sordular: “Bizler senden çok şey öğrendik. Sen aramızdan ayrılıp gittikten sonra bize fetva sormaya gelenler olacak. Hükmü sorulan mesele hakkında senden ve daha öncekilerden herhangi bir şey işitip öğrenmemişsek ve bizim vereceğimiz hükmün, o kişinin kendisi için vereceği hükümden daha hayırlı olacağını da biliyorsak, kendi hükmümüzü söyleyelim mi?” Rebia bu soruya üç kere üst üste “Hayır!” dedikten sonra şöyle devam etti: “Cahil olarak ölmeniz, herhangi bir meselede ilminiz olmadan konuşmanızdan daha hayırlıdır.” ( İbn Hacer, Tehzîbu’t – Tehzîb , 3/224)
İmam Malik’in tavrı da farklı değildir. Biyografisini zikreden kaynaklarda onun fetva vermekten ne kadar sakındığını ve kendisine sorulan pek çok soruyu, yanlış cevap vermenin mes’uliyetini düşünerek cevapsız bıraktığını gösteren pek çok olay anlatılmıştır. Bir tanesini zikredelim:
Mağrib (Bugünkü Fas) tarafında bir yörede yaşayanlar, başlarına gelen bir olayın hükmünü öğrenmesi için aralarından birisini görevlendirerek Medine’ye, İmam Malik’e gönderdiler. Adamcağız o günün şartlarında çileli bir yolculuk yaparak o kadar yolu katetti ve Medine’ye gelerek meseleyi İmam Malik’e arz etti. İmam’ın cevabı şu oldu:
– Şimdiye kadar memleketimizde böyle bir olay yaşanmadı; hocalarımızdan da bu mesele hakkında konuşan olmadı. Sen şimdi git, daha sonra gel.
Ertesi gün oldu. Adam cevabı alıp gideceği düşüncesiyle yol hazırlığını tamamlamış, yükünü hayvanına yüklemişti. İmam Malik’e geldi ve sorusunun cevabını beklediğini söyledi. Ancak İmam:
– Sorduğun şeyin cevabını bilmiyorum, diye karşılık verdi. Adam şaşırmıştı. Dedi ki:
– Ey Ebu Abdullah![1]İmam Malik’in künyesidir. Geldiğim yerde, yeryüzünde senden daha alim kimse olmadığını söylüyorlar.
İmam Malik gayet kendinden emin ve sakin bir tavırla:
– Gittiğin zaman onlara benim bu işin altından kalkamadığımı söyle, dedi. (Tertîbu’l – Medârik, 1/ 145-146)
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Eğer Selef-i Salihin’in fetva vermekten bu derece sakındığı doğru ise, onlardan nakledilen bu devasa ilmî birikim nasıl oluşmuştur? Üstelik, mesela Hanefî mezhebinde vuku bulmamış meseleler ortaya atılır ve nazarî/takdirî olarak tartışılırdı. Bu durum yukarıdaki nakillerle çelişmez mi?
Bu sorunun cevabını İmam Ebu Hanîfe’den nakledelim. Şöyle diyor büyük İmam:
“Eğer ilmin kaybolmasına yardım eden kişi durumuna düşmekten ve bunun için Allah’ın bana azap edeceğinden korkmasaydım, asla fetva vermezdim. Soru soranların işi kolaylaşıyor (fetva alıp işlerini çözüme kavuşturmuş oluyorlar), sıkıntı ise bize kalıyor.” (el- Fakîh ve’l – Mütefakkih , 2/168)
Modern çağ ve fetva
Daha fazla örnek zikretmek mümkün ise de, zikrettiklerimizin şu noktayı aydınlığa kavuşturduğunu söyleyebiliriz: Selef-i Salihin’den , adı “ re’y ehli”ne[2]Fıkıh ve Usul-i Fıkıh kaynaklarında çokça geçen “ re’y” kelimesi, ayet ve hadisleri hakkıyla anlamak, muhteva ve delaletlerini kavramak maksadıyla üzerinde fikir yürütmek, … Continue reading çıkmış olanlar dahi fetva verirken daima Allah korkusuyla hareket etmişler, delilsiz-dayanaksız hüküm vermekten son derece sakınmışlardır. Onların her konuda olduğu gibi fetva verme konusunda da birinci derecede gözettikleri husus Allah rızası ve ahiret endişesi idi.
Selef’in fetva vermenin ağır sorumluluğuna bu hassasiyetle yaptığı vurguya mukabil, günümüzde hasbelkader konuşma/yazma mevkiinde bulunanların, muhatap oldukları herhangi bir soruya “bilmiyorum” diye mukabele ettiklerini görmek hemen hemen imkansızdır!
Bu tavır farklılığının temel sebebi, günümüz dünyasına hakim olan seküler anlayışın, din ve ilim telakkimizi de etkisi altına almış olmasıdır. Selef, ilmi Allah rızası için öğrenirken, modernleşmiş müslüman ilim tahsilinde birinci önceliği “toplumun problemlerini çözme” hedefine tahsis ediyor. Temel kırılma da işte tam bu noktada yaşanıyor.
Elbette olup biten sadece bu değil. Seküler tavrın en temel özelliği olan “dünya hayatını mutlaklaştırma” anlayışı içinde, modernleşmiş müslüman fetvacı, “her şey gibi din de insan içindir” düsturuyla hareket ediyor ve dinin modern çağın değer yargılarıyla uyumsuzluk gösteren hükümlerini bir bir askıya alıyor.
Sapanlar ve saptıranlar
Efendimiz s.a.v.’in nübüvvet nuruyla görerek ümmetini yüzyıllar öncesinden uyardığı büyük tehlike ne yazık ki günümüzde fiilen yaşanmaya başlamış bulunuyor. Ne buyurmuştu Efendimiz:
“Yüce Allah, ilmi, insanlardan söküp almak suretiyle kabzetmez. Ancak alimleri almak suretiyle ilmi kabzeder. Alim kalmayınca da insanlar cahilleri rehber kabul eder ve (meseleler) onlara sorulur. Onlar da bilgisizce fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel…)
Hadis metninde açıklanmayan, ancak satır aralarından anlaşılan bir husus var: Halk tarafından rehber kabul edilen cahillerin, kendilerini rehber kabul eden halktan farklı bir özelliği olmalıdır. Yoksa belli kimselerin rehber kabul edilmesinin bir anlamı olmazdı. Burada anılan kimseler acaba hangi özellikleriyle “cahil” sayılmış ve hangi özellikleriyle halk tarafından rehber kabul edilmiş olabilir?
Bu sorunun cevabı -Allahu a’lem- şudur: Bunlar, din ve dinî ilimler konusunda yeterli birikim ve vukufiyeti olmayan kimselerdir. Bununla birlikte halk tarafından rehber kabul edilmeye yetecek bir özellikleri vardır. İşte o özellik, dini çağın değerlerine uydurmadaki yetenek ve başarıları olmalıdır. Günümüz fetvacılarına ve verdikleri “ibretâmiz ” fetvalara bakıldığında bu husus bariz bir şekilde fark ediliyor.
Şimdi artık fetva verilirken delilin kuvvetine bakılmıyor. Kimse söylediklerinin Kur’an’a , Sünnet’e, İcma’a ve Kıyas’a, dolayısıyla Allah Tealâ’nın rızasına uygun olup olmadığını dikkate almıyor, araştırmıyor. Dikkate alınan tek bir husus var: Çağdaş değer yargılarıyla çelişmemek…
Kadın imam, tavuktan kurban ve saire…
Kadının imamlığı meselesindeki dinî hükmün, modern/ seküler dünyanın temel ilkelerinden biri olan “kadın-erkek eşitliği” ile bağdaşmadığı gerekçesiyle “topa tutulması”, zikredilebilecek örneklerden biridir.
Dikkat edilecek olursa, bazı modern fetvacılar tarafından bu meselede verilen fetvanın tek bir dayanağı vardır: Kadın-erkek eşitliği! Bunun dışında zikredilenler “dolgu malzemesi” olmaktan öte özelliği bulunmayan şeylerdir.
Bir diğer modern fetvada da aynı durumu görüyoruz: Tavuktan kurban! Kurban ibadetini “kan akıtmak”tan ibaret gören ve bir ibadetin edası ve sıhhati için hangi şartlar gerektiği konusu ile ilgilenmeyen anlayış için elbette tavuktan kurban olur. Ancak bu “kurban” makbul olur mu? Doğrusu modern fetvacı için bu nokta çok da önemli değildir. Zira o, bu çıkışıyla dinin modernizasyonu yolunda bir adım daha atmış, bir ibadeti daha “tartışılabilir” kategorisine sokmayı başarmıştır.
Bir başkası kadının özel hallerinde namaz kılıp oruç tutabileceğini ya da namazda Kur’an yerine Türkçe meal okunabileceğini, hatta bunların birer “hak” olduğunu söyleyerek reytinglere tavan yaptırmıştır. Öyle ya, kimin haddine düşmüş modern insanı bir ibadeti yapma hak ve özgürlüğünden men etmek ?!..
Kaybedilen hakikat
Bütün bunlar dinin Allah’ın emri ve Peygamber’in irşadı doğrultusunda yaşanması gerektiği gerçeğini göz ardı etmeden elbette yapılamaz. Her şeyin merkezinde bulunması gereken “din”i oradan çıkarıp yerine “modern değer yargılarını” koyarsanız, her şey insan için olur. Dolayısıyla insan dine göre değil, din insana göre değerlendirilir, şekillendirilir ve modern değer yargılarına aykırılık gösteren dinî hükümler bir bir iptal edilir.
Bunun bizi götüreceği yer neresidir?
Bu sorunun cevabını bulmada Hz. Ali r.a.’ın şu ölümsüz tesbiti bize yol gösterici olacaktır:
“İnsanların, dünya işlerini yoluna koymak amacıyla dinlerinden terk ettikleri her husus için, Allah onların başına, düzeltmek istedikleri o işten daha zararlısını getirir.” (Makâlât, 115)
Huzuruna girdiğinde kendisine “Ne ahvaldesiniz?” diye soran Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansûr’a hitaben:
“Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz,
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.”
diyen İbrahim b. Edhem k.s ., bugünleri görseydi ne derdi acaba?!
Semerkand Dergisi – Aralık 2005
Kaynakça/Dipnot
↑1 | İmam Malik’in künyesidir. |
---|---|
↑2 | Fıkıh ve Usul-i Fıkıh kaynaklarında çokça geçen “ re’y” kelimesi, ayet ve hadisleri hakkıyla anlamak, muhteva ve delaletlerini kavramak maksadıyla üzerinde fikir yürütmek, kıyas yapmak gibi anlamlara gelir. Hanefî mezhebi imamları bu meziyet ile temeyyüz ettiği için “ehl-i re’y” tabiri genellikle onlar hakkında kullanılır. |